16 Haziran 2012 Cumartesi

Fethullah Gülen Hocaefendi ‘‘Bitsin bu gurbet’’

Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreninde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘‘Bitsin bu gurbet’’ çağrısına Fethullah Gülen Hocaefendi’den oldukça hissiyatlı bir cevap geldi. Hocaefendi, ‘‘Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dâu’s-sıla deyip sıla sevdasıyla, kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, yaşayacağım...’’ dedi

Cuma günü ikindi sohbetinde, Başbakan Erdoğan’ın ‘Bitsin bu gurbet’ çağrısına binaen dönüp dönmeyeceğinin sorulması üzerine Hocaefendi’nin verdiği cevap oldukça duygulu oldu. Hocaefendi’nin gözyaşlarına hakim olamaması üzerine salondakiler de uzun süre hıçkırıklarla ağladı.

Hocaefendi ayrıca, eğer yurtdışında vefat ederse Türkiye’de defnedilmesini de şu cümlelerle vasiyet etti: “Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde, düşüncelerimde, planlarımda, gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle de olsa razı olamam ona.”

Hocaefendi’nin söz konusu soruya verdiği cevap şu şekilde: ‘‘Estağfirullah. Bunu hemen söyleyeyim: O, kendine yakışanı yaptı. Fakat o ilk değil; sayın Cumhurbaşkanı da, o da, açıktan açığa dedikleri de oldu, bir vasıta ile bana söyledikleri de oldu. Ricâl-i devletten daha başkaları da kendilerine yakışan o civanmertliği sergilediler; bugüne kadar ben defaatle duydum, o arkadaşlardan yanıma gelenler de aynı şeyleri teklif ettiler; “Artık Türkiye’ye gelme zamanı değil mi?” dediler.

Şimdi, onlar bununla kendilerine düşen, kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ben de -ben demek de çok çirkin bir şey- ben de kanaat-i âcizânemce bana yakışanı yapmam lazım. Şimdi onlar davet ederler, gel derler, normaldir. Millet de, onlar davet etmeleri lazım geliyor gibi onlara bakabilirler. Ve nitekim zannediyorum orada alkışın ritmi, dozu biraz yükselince de herhalde, öyle bir talep imajı aldı sayın Başbakan ve ondan da “anlıyorum” dedi, yani oradaki anlayışını da ortaya koydu. Halk da öyle diyebilir; onlar çağırdığı zaman, çağırmasalar ben gidemem, Türkiye emin, böyle güvenli bir yer değil, dolayısıyla başıma gâile açarım, dert açarım başıma (diye gitmiyorum zannediliyor olabilir.)

Arz edeceğim şeyler böyle yakışıksız şeyler olabilir de ben hiçbir zaman böyle başıma dert açacağım mülahazası yaşamadım. 27 Mayıs gördüm, tekdir gördüm, hatta ölümle tehdit edildim. Karşıma çıkan bir emniyet amiri, merdivenlerin başında, eğer dur demeseydi, o dramatik filmlerde olduğu gibi, merdiven boşluğundan aşağıya atacaktı beni. Dur deyince durdu orada. Sonra da beni kovdu oradan. Ne arıyorsun burada, Caminin imamı yani, askere gitmemiştim daha o gün. 12 Mart ondan sonra geldi. Üç sene mahkeme sürdü, ben üç sene mahkûmiyet aldım. Bir sene de sürgün aldım. Ve aylarca içeride kaldım. Ama buna seve seve gittim, hiç şikâyet etmedim. Şikâyet ettimse, siz de bilirsiniz. 12 Eylül’de bir şaki gibi 6 sene kaçtım sadece. İçeriye girenler dediler ki “gireni iflah etmiyorlar.” Askeriyeden ayrılma rahmetlik Cahid Efendi “Aman Hocam” dedi. İçeriye girdi çıktı. Kader başta beni teslime götürmeyen bir yol irae etti (gösterdi) bana. Ben de o yolda yürüdüm. Teslim olmayı düşünmedim. Sû-i niyetliymiş insanlar, kötü şeyler düşünüyormuş. Daha önce çok kötü şeyler düşündükleri gibi bunda da çok kötü şeyler düşünüyorlarmış.

Daha sonra 28 Şubat, 27 Nisan meseleleri oldu. O dönemde de tehditler oldu, hatta ben yine Amerika’daydım 1997’de. Devletin başındaki insan bir yerde önemli bir değişiklik olunca bana telefon etti “gel” dedi, “durum değişti, burası emniyet ve güven içinde” dedi. Gittim. Yine hastane için Mayo kliniğe geldim ben, o zaman tedaviye geldim yani. Belki stend taktırmaya geldim o zaman. İşte o gelişimde kaldı öylece.

Aslında şahsım adına endişe duymadım ben. Dünyaya beni bağlayacak hiçbir şeyim yok. Bunları dersem biraz iddia gibi olur. Bir dikili taşım olmadı. Evlad u iyalim olmadı. Çoluğum çocuğum olmadı. İleriye matuf bir hesabım olmadı. Bunları, mensubu olduğum, gönlümü verdiğim, gaye-i hayal yaptığım davama, düşünceme hep aykırı saydım.

Burada utanarak bir şeyi arz edeceğim size: Ben size utanarak bir şey arz edeceğim; askerliğim esnasında annem babam amcamı araya koyarak ve bütün büyüklerim başımda, bana “hayatını değiştir” dediler; çok cazib bir teklif sunduklarında arkasında yürüdüğüm amcama “Ben sizin dininizden şüphe ediyorum” dedim. “Din böyle künde üstüne künde giderken, ben boynumu ona kaptırmışım, bir de ayağıma böyle pranga vurursanız, sırtım yere gelir benim” dedim, “Ben öyle şeyleri hiç düşünmüyorum.”

ÇOK SEVDİĞİM YAŞAR HOCA, İZMİR’E GELDİĞİM ZAMAN BOYNUMA SARILDI

Kestanepazarı’nın avlusunda, “Yahu Hoca” dedi, “Falan…” dedi. “Hocam, dedim, ben hiçbir zaman aklımdan geçirmedim, ben sadece kendimi bu işe vakfettim. Başka şeyi düşünmeyi kendime haram sayıyorum.” Objektif değil, herkes için değil, ben zayıf bir insanım, iki şeyi birden taşıyamam diye, tek şeyi omuzumda taşıyayım diye… Boynuma sarıldı “Sen beni dinlemezsen kim beni dinler? ” dedi. Öyle mahzun bıraktım onu.

Dünya adına hiçbir sevdam olmadı, hiçbir şeye bağlanmadım. Çok cazip şeyler ayağımın ucuna kadar geldiği halde, “Bu da benim olsun” falan demedim, düşünmedim. Tek nam-ı celil-i Muhammedi dört bir yanda şehbal açsın istedim ben. Ama o mevzuda denecekleri doğru diyemedim, söylenecekleri söyleyemedim. Nefsimi karıştırdım… Sesimi ayarlayamadım. (hıçkırıklarla ağladı)

Sizin sorunuza geleyim: Ben şahsım adına hiç endişe duymadım, hatta “44 yaşındayken belki beni asarlar” diyordum, “44’te asmadıklarına göre 55, o da 11’in katı..” dedim, “Belki o zaman asarlar!” 66 oldu, “Belki o zaman asarlar” dedim, asmadılar. Ben hep o hülyalarla yaşadım. Rabbim buna şahit. Ancak, eğer sizin bir gaye-i hayaliniz varsa, bir mefkûreniz varsa; o da o Türkiye’de yeni yeni problemlerin olmaması, bir kısım huzursuzlukların olmaması, bir kısım huzursuzlukların çıkmaması, bir kısım kazanımların -hafizanallah- kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse, işte ben o endişeyle, şahsım adına değil de o endişe ile gitmek istemem. O endişemi de izale edebilecek bir tablo görürsem.. o zaman fakirin bileceği şey. Fakirin bileceği şey.. “Benim bileceğim şey” demek yine benlik kokuyor, “Benim bileceğim şey” demeyeceğim, fakirin bileceği şey.

Gittiğimde oraya, birileri, işin rövanşı peşinde koşan birileri, bazı müesseselere zarar vermek suretiyle, idareyi zor durumda -yüzde bir ihtimalle- bırakacaklarsa şayet, Türkiye’deki olumlu şeylerde bir duraklama olacaksa şayet, ben bir müddet daha ömrüm vefa ederse burada kalmayı; ülkeme, milletime, ülkemde olan o şeylere zarar vermemek için dau’s-sıla deyip sıla sevdasıyla, kahve içtiğim kahveleri bile böyle hatırlayarak ve sonra ondan kaçarak, burnumun kemikleri sızladığı anda ondan uzaklaşarak, burada kalacak, yaşayacağım...

Bütün bu endişeler zail olduğu zaman, oturur, kendi arkadaşlarımla, kader birliği yaptığım arkadaşlarımla meseleyi detaylı görüşürüm, ondan sonra…

Ben de arzu ediyorum. Burada öldüğüm zaman bile buraya gömülmeyi istemiyorum, kendi ülkeme, kendi toprağıma gömülmeyi arzu ediyorum. Gelirken biraz, burada ölürüm kalırım diye arkadaşlara demiştim, “Paranızla bir yer alın, bize ait olsun, Türk milletine ait olsun, oraya gömersiniz” demiştim; fakat sonradan vazgeçtim; daü’s-sıla duygusu öyle düşünmeme fırsat vermedi.

Kendi ülkemde ölmeyi ve mübarek annemin ayaklarının dibine gömülmeyi arzu ederim. Bunu da benim vasiyetim sayın!.. Ama yaptığım şeylerde, düşüncelerimde, planlarımda, gayretlerimde, milletime, ülkeme zerre kadar zarar gelmesine razı olamam. Yüzde bir ihtimalle de olsa razı olamam ona.

O talep eden arkadaşlarımız, devlet büyüklerimiz kusura bakmasınlar!.. Talep etmeleri onların civanmertlikleri, ama benim bu mevzuda düşünmem de, onlara karşı, onların yaptığı şeylere karşı saygımın gereği…
Kusura bakmayın diyecek başka...’’
kaynak; http://cihan.com.tr/caption/Erdogan-in-hasret-bitsin-cagrisina-Fethullah-Gulen-cok-duygulu-cevap-verdi-CHNzI3MDc2LzQ= 

10 Haziran 2012 Pazar

ANADOLU'DA ilk cami ve Habib-i Neccar Hazretleri

Hatay'a gidenlere mutlaka Kurtuluş Caddesi ile Kemalpaşa Caddesi kavşağındaki Habib-i Neccar Camii'ni ziyaret etmeleri tavsiye ediliyor. Çünkü bu caminin hem Hıristiyanlar hem de Müslümanlar için önemli bir anlamı var.
Cami, özellikle şehri ziyarete gelen Hıristiyanların uğrak mekânlarından biri olmuş. Hıristiyanlar için önemli, çünkü bir Müslüman ibadethanesinin avlusunda Hz. İsa'nın havarileri Yahya, Yunus ve Şem'un-ı Sefa'ya (bu isimler yabancı kaynaklarda sırasıyla Yuhanna, Pavlos ve Petrus olarak geçiyor) ait olduğu rivayet edilen kabirler var.
Müslümanlar için önemi ise bu mekanın Anadolu'da yapılan ilk cami olması ve Habib-i Neccar'ın hikayesinin Yasin sûresinde anlatılması.
Hatta tarihî kaynaklarda İslamiyet'in Anadolu topraklarına buradan yayıldığı anlatılıyor. İsa Peygamber döneminde yaşamış bir Allah dostunun adını taşıması da Habib-i Neccar Camii'ne farklı bir özellik kazandırıyor.
Kaynaklarda belirtildiğine göre Habib-i Neccar, marangozlukla uğraşan kendi halinde sıradan bir Antakyalı (Neccar Arapçada marangoz demek). Hazreti İsa'ının elçileri Yahya ve Yunus şehre gelmeden önce kazancının yarısını fakir fukaraya veren, diğer yarısını çocuk çocuğuna harcayan, Allah'ın has kullarından biri.
Yasin sûresinin 20. ayetinde "... o sırada şehrin öbür ucundan bir adama koşarak geldi..."
diye bahsedilen kişinin Habib-i Neccar olduğu ve Yasin'in 13-32 ayetleri arasında anlatılan sonu kanla biten olayın Habib, Yahya, Yunus ve Şem'un-ı Sefa arasında geçtiğine inanılıyor. 'İnanılıyor' diyoruz, çünkü Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili adlı meşhur tefsiri ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayımlanan Kur'an Yolu adlı tefsir, bu konuda ihtiyatlı bir dil kullanarak birbirinden farklı yorumlarda bulunuyor. Habibi-i Neccar'ın ve camiinin Antakya'da anlatılan hikâyesi ise şöyle:


Habib-i Neccar ve İsa Peygamber'in elçileri
Habib-i Neccar Camii, ismini, caminin avlusunda kabri bulunan bir zattan alıyor. İsa Peygamber döneminde gönderilen elçilere iman eden ve inancından dolayı şehit edilen Habib-i Neccar, cüzam hastası bir oğlu olduğu için şehrin doğusundaki dağda bir mağarada ikamet etmektedir. Hazreti İsa'nın gönderdiği elçiler, Yahya ile Yunus şehre dağ tarafından girer ve ilk olarak Habib-i Neccar ile karşılaşırlar. Habib-i Neccar, yabancılara kim olduklarını sorar. "İsa Peygamber'in havarileriyiz" cevabını alınca onlardan bir delil ister. Onlar da "Biz hastalara şifa veririz." derler. Marangoz Habib, havarileri oğlunun yanına götürür. Elçiler, Allah'a dua eder, sırtını sıvazlarlar ve çocuk, Allah'ın izni, elçilerin eliyle şifa bulup ayağa kalkar. Bu olay karşısında Habib-i Neccar, havarilere tereddütsüz iman eder.

Tek bir Yaratan olduğunu anlatmak için şehre inen elçilerin sözüne kimse itibar etmez. Ancak çeşitli hastalıklara şifa verdikleri şehirde de duyulur ve halk etraflarında toplanmaya başlar. Bunu duyan şehrin kralı elçileri sorgusuz sualsiz zindana attırır.
Hz. İsa, havarilerinden uzun süre haber gelmeyince üçüncü elçi Şem'un-ı Sefa'yı Antakya'ya gönderir. Şem'un-ı Sefa, ilk iki elçi gibi kimliğini açığa vermez, saraya kadar girmeyi başarır. Kralın güvenini kazanınca önceki elçilerden bahseder. "Kralım bu yabancılar çeşitli hastalıklara şifa verdiklerini iddia ediyorlar. Bunları bir imtihan edelim." der. Kral da onu kırmaz, zindandaki elçileri huzuruna getirtir. Şem'un-ı Sefa, arkadaşlarına sorar: 'Siz kimsiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz?' Onlar da İsa Peygamber'in elçisi olduklarını söylerler. 'Madem sizi bir peygamber gönderdi, elinizde bir delil olması lazım.' der. Onlar da amaların gözlerini açabildiklerini, ölüleri dirilttiklerini söylerler. Yeni ölmüş bir ceset önlerine getirilir.


Yahya ve Yunus açıktan, Şem'un-ı Sefa içinden dua eder ve ölü dirilir. "Ey Antakya halkı eğer siz de öldükten sonra benim gördüklerimi görmek istemiyorsanız, çok zor durumdayken beni kurtaran bu üç kişiye tabi olun." diye halkı uyaran kişi, eliyle üç elçiyi işaret edince Şem'un-ı Sefa'nın da kimliği açığa çıkar.
Kral hayretle sorar: "Şem'un sen de mi bunlardansın?" Çok zeki olan üçüncü elçi, soruya soruyla cevap verir: "Kralım bu yabancılar çok olağanüstü bir hal gösterdiler, sen de taptığın putlarına söyle, daha üstün hünerler göstersinler. Yoksa bunlar seni halkın önünde mağlup ediyorlar." Kral köşeye sıkışınca itiraf eder: "Şem'un senden gizlim saklım yok. Bizim taptığımız putların böyle güçleri yok. Yemez, içmez, konuşmazlar." Bunun üzerine Şem'un kralı ikna eder ve kralın iman ettiği rivayet edilir.

Ancak inancını halka açıklamaz. Halk da iman etmemekte direnir. Büyü yapıldığını söyleyip elçileri linç etmeye kalkarlar. Bu sırada Habib-i Neccar koşarak şehre gelir ve
"Ey kavmim, bu elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere tabi olun, onlar doğru yoldadırlar" der.
(Yasin Sûresi'nin 20-22 ayetlerinde geçen bu sözleri Habip Neccar'ın söylediğine inanılıyor.)
Ama halk hem havarileri hem de Habib-i Neccar'ı taşlayarak şehit eder...
Habib-i Neccar'a öldükten sonra cennetteki makamı gösterilir. Bunun üzerine "Keşke Rabb'imin beni bağışladığını ve güzel biçimde ağırlananlardan eylediğini kavmim bilseydi." der. (Yasin 26-27) Bu olaydan sonra Antakya halkı helak olur. Yasin'in 28-30. ayetlerindeki 'Ondan sonra onun kavmi üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirmeyiz de. Cezaları korkunç bir sesten ibaretti; sönüp gidiverdiler..." ifadesinin bu felaketi anlattığı rivayet ediliyor.


Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Antakya'da yeni bir yerleşim yeri kurulur ve Hz. Ömer'in hilafeti döneminde 636 yılında İslam ordusu şehri fetheder. Mezarların yeri tespit edilir, onların ve fethin anısına cami ve türbeler yapılır.
Habib-i Neccar Camii, Türkiye sınırları içerisinde ilk yapılan cami olarak biliniyor.
969'a kadar cami olarak kullanılan bina şehir Hıristiyanlar eline geçince kiliseye çevrilir. Süleyman Şah döneminde 1084 yılında şehri tekrar Müslümanlar ve bina yeniden cami olur. 1096 Haçlı Seferleri'nde yine kilise olur, en son 1268'de Memluk sultanı kiliseyi camiye çevirir ve o tarihten bugüne kadar cami olarak kalır. Ancak Hatay birinci derece deprem bölgesi olduğundan 1853'teki büyük depremde öndeki yapı tamamen yıkılmış. Şu andaki haliyle 1857 yılında inşa edilmiş. İsa Peygamber'in havarilerinin burada olması, Hıristiyanlarca kutsal kabul edilmesi, Anadolu'da ilk yapılan cami olması nedeniyle Habib-i Neccar Camii, Antakya'da sembollerinden biri olarak kabul ediliyor.
(ihyaforum.com // Müderris )

5 Haziran 2012 Salı

Mü'min olduğuna şahitlik yapınız.


"Bir kimseyi camide cemaatle namaza devam eder halde görürseniz, onun Mü´min olduğuna şahitlik yapınız. Çünkü, yüce Allah "Allah´ın mescidlerini ancak Allah´a ve ahiret gününe inananlar şenlendirirler" buyurmuştur." (Tirmizi-Hadis)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------- 
Cübbeli Ahmet Hoca'nın güzel bir kıssası var ya;
  Gençken gelme, ihtiyarken gelme, ölünce geleceksin musallaya.
- Soracak hoca; 
-Nasıl bilirdiniz?
 Camide hiç görmedik ki herifi nasıl bilelim.
Selam ve dua ile. 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Sual: Cenaze namazını kılanların çok olması iyi midir?
CEVAP
Cenaze namazında cemaatin çok olması iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kırk müslüman, bir Müslümanın namazını kılarsa, Allahü teâlâ, ölü için yaptıkları duayı kabul eder.) [Müslim]

(Bir müslüman ölür de, üç saflık Müslüman bir cemaat, namazını kılarsa, o kimse, Cennete girmeye hak kazanır.)
[Tirmizi]

(Cenaze namazında yüz Müslüman bulunan mevtayı Allahü teâlâ mutlaka affeder.)
[Taberani]

(Bir Müslümanın iyi olduğuna dört komşusu şahitlik ederse, Allahü teâlâ,
"Ben sizin bildiğinizi kabul ettim. Onun bilmediğiniz hususlarını da affettim" buyurur.) [Ebu Ya’la]

(Bir Müslümanın iyiliğine dört müslüman şahitlik ederse, Allahü teâlâ onu Cennete koyar.)

[Buhari]

(Bir müminin cenazesinde, kırk Müslüman bulunursa, Allahü teâlâ o kırk kişiyi bu Müslümana şefaatçi kılar.) [Müslim]
Sual: Bir cenaze olunca, imam, "Bunu nasıl bilirsiniz?" diye soruyor. Böyle söylemek caiz midir? Cenaze için, "iyi biliriz" demenin ölüye ne faydası olur?
CEVAP
Cenaze için "Nasıl bilirsiniz?" diye sormak caizdir. "İyi biliriz" demek faydalıdır. Enes bin Malik hazretleri bildirir: Bir cenaze kötülenince Resul-i ekrem, (O cezayı hak etti) buyurdu. Başka bir cenazeyi de övdüler. Buyurdu ki:
(Ona da iyilik vacip oldu. Bunu övdünüz Cenneti, ötekini kötülediniz Cehennemi hak etti. Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz.) [Buhari]

Sizlerden maksat, salihlerdir. Fâsıklar, dinsizler Allah’ın şahitleri değildir. Onların sözleri ile bir kimse Cenneti veya Cehennemi hak etmez. Salihler, müslümanlara hüsn-i zan eder. Salih, zan ile hiçbir müslümana kötü demez. Böyle salihlerin, günahkâr müslümanlar hakkındaki şahitliğini Hak teâlâ kabul eder. Ölülerimizi, hayırla anmalıyız. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ölülerinizi iyilikle anın. Eğer Cennetlikse, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik ise, zaten içinde bulunduğu hâl kâfi gelir.) [Nesai]

(Müslüman cemaat, ölünün iyiliğine şahitlik ederse, Hak teâlâ, meleklere buyurur ki: Şahit olun, bu şahitliği kabul ettim. Ölünün de kötülüklerinden vazgeçtim.)
[İ.Ahmed]

2 Haziran 2012 Cumartesi

Selâm size


Meleklerin;“ Selâm size, yaptıklarınıza* karşılık cennete girin” ...denilen kullarından eylesin. Âmin NAHL16/32'e atfen.
(*)=yaptıklarınıza karşılık; ilkönce Allah’a iman; Kelime-i şahadet getirmek  "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdûhü ve Rasûlühû". ALLAH rızasını kazanmak niyet ile yapabildiğiniz kadar ibadet, hayırlı işler-i ameller, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek,
kurban kesmek, sadaka, salâvat, dua okumak v.b; Fatiha okuyup ölü-dirilerimize hediye etmek (fazlası ile sana geri döner sevabı hem de kıyamete kadar.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
NAHL-16/32 'İN MEALİ:Takva sahipleri o kimselerdir ki, melekler, canlarını hoş ve rahat halde alırlar. «Selam size, yapmış olduğunuz güzel işlerin mükafatı olarak girin cennet'e...» derler.
Sadakallahul Azim*
Manası ; Azim olan Allah doğru söyledi* demektir.