31 Aralık 2011 Cumartesi

Noel Baba kimdir?CHP'Lİ vekilden yazısı

CHP'li vekilden müthiş yılbaşı yazısı
Her yıl olduğu gibi yılbaşında gündeme gelen bazı sorular yine sorulmaya başlandı: Yılbaşını kutlamak günah mı? Noel Baba kimdir? İşte bu sorulara cevap olacak nitelikte iki muhteşem yazı:
Yılbaşı yaklaşırken Müslüman dünya yine "Yılbaşı kutlamaları" ve bir efsane haline gelen "Noel Baba"yı tartışmaya devam ediyor. Konuyla ilgili Tek Parti Dönemi'nde eğitim bakanlığı yapmış CHP'li Hasan Ali Yücel ile "Bayrak Şairi" olarak anılan Arif Nihat Asya'nın iki yazısına dikkat çekmek istiyoruz...

Hasan Ali Yücel / Yılbaşı ve Noel Baba

Hemen bütün dünyanın kullandığı milâdî tarih, bundan birkaç yıl önce, tamamıyla pratik hayat bakımından kabul edildikten sonra, kânunusaninin (Ocak ayının) biri, hafızalarımızda iz tutan bir gün olmaya başladı. Şehirlerimizde birçok aileler, yeni yılı kutlamak için evlerde, dışarıda güzel toplanmalar yapıyorlar. Yiyerek, içerek, gülerek, eğlenerek hayatlarının bir senesini bitirip yeni yıla giriyorlar.

Bu eğlencelerin ne Hazreti İsa ile, onun doğuşu ile, ne de Noel baba ile hiçbir alâka ve münasebeti yoktur. Bunlar, sadece yeni yıla neşeli girme arzusuyla ve eski yılın aynı şekilde geçirilmesi dolayısıyla yapılmış birer eğlenceden başka bir şey değildir. Yılbaşının Türkün layık ruhunda kendi geçirdiği bir yılın geçireceği bir yıla girişinden başka hiçbir manası olamaz.

Gazetelerde bazı müesseselerimizin yaptıkları çocuk müsamerelerinde Noel babayı, başında kürklü külahı, sırtında gocuğu, elinde değneğiyle temsil ettiklerini gördüm. Bizim an'anelerimizde Noel baba diye bir şahsiyet bilmiyorum. En eski bir tarihin sahibi olmakla beraber, Türk'ün her yılı, bir evvelkinden daha genç olarak Türk yavrusunun hayaline girmelidir. Kamburu çıkmış, soğuktan donmamak için deriden elbiseler giymiş, süpürge sakallı semboller bizde yoktur. Bizim Ay dedemiz ne kadar güler yüzlüdür; neşesinden yanakları elma gibi tortop olmuş, onun kadar taze ve canlıdır. Biz böyle tanıdık çehreler isteriz ve çocuklarımızın böyle güler yüzler görmeye alıştırılmasını bekleriz.

Esasen Avrupalılar, Hıristiyanların peygamberi olan Hazreti İsa'nın doğumunu, doğduğundan dört asır sonra kutlamaya başladıkları zaman, mahiyeti tamamıyla dinî olan bu törene kendi an'anelerini sokmaktan geri durmamışlardır. Noel babanın giyinişi, soğuk ülkelerin, karlı buzlu diyarların hatırasını taşır. Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde kürke ihtiyaç olabilir miydi? Eğer dediğimiz gibi, putperest an'aneler bu işe karışmasaydı, Noel ağacı, zeytinden olmalı idi. Noel baba ve onun telli pullu ağacı, bir cenuplu (güneyli) hayalinin mahsulü değildir, ancak bir şimallinin (kuzeylinin) yarattığı sembol olabilir.

Halbuki Türk muhayyilesi (hayal gücü) böyle şeylere alışık değildir. Türk gerçekçidir. Hayallerinde bile hakikat gizlenir. Uydurma şeylere inanma alışkanlığı onda yoktur. Her şeyi olduğu gibi görür ve öyle görmek ister. Onun bu alışkanlığını bozacak her şey yanlıştır, fenadır. Türk çocuğuna şeker, oyuncak ve yemiş getiren, Noel baba değil, kendi öz babasıdır. Onun doğru bildiği şeyi yanlış öğretmeye kalkamayız.

Arif Nihat Asya / Noel Baba

-Yılbaşı neyimiz olur? diye soruyorum. Fakat,
-29 Ekim'imiz midir, 30 Ağustos'umuz mudur, Şeker Bayramı'mız mı, Kandilimiz mi, Kurban Bayramı'mız mı? diye sual açmak da yersiz olmazdı.

Biz muharremlerle, martlarla başlayan yıllar da biliriz... ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi efendi yıllardı.

Memleketimize, herhalde, Beyoğlu'ndan giren, Haliç'i atlayarak Fatih'lere, Aksaray'lara, sonra Rumeli'ye ve Boğaz'ı aşarak önce Kadıköy'lere, Moda'lara ve sonra Üsküdar'lara ve oradan Anadolu'ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi?

İstanbul'un Tepebaşı'ndan Adana'nın Tepebağı'na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir?

Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız Rasputin'e benzeyen bu iskambil papazı, aramızda nenin nesidir... bunu hiç merak ettiniz mi?

Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O Haçlı Seferlerinden kalma bir kılınç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor.

O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir Piyer Lermit'tir... Kardeşlerini Mukaddes savaşa hazırlamaktan geliyor.

O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş... ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır.

Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi?

Bırakın onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz... sakalı elimde kaldı ve altından Lüsifer çıktı.

Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini ekseriya böyle değiştirirler.

Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya mezarını gösterin, yahut bırakın: Haç'ında çarmıha gereyim onu.

Tehlikeyi sezer de kendiliğinden gitmeye kalkarsa çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır.
kaynak: http://www.timeturk.com/tr/2010/12/31/chp-li-vekilden-muhtesem-yilbasi-aciklamasi.html

28 Aralık 2011 Çarşamba

Sahabe haritası çıkarıldı Türkiye'nin

Siyer Araştırmaları Merkezi Kurucu Başkanı Muhammed Emin Yıldırım, AA muhabirine yaptığı açıklamada, projenin hazırlık sürecinin yaklaşık 1,5 yıl sürdüğünü, öncelikle sahabelerin 82 yer ile ilişkilerinin tespit edildiğini aktardı.

Proje kapsamında 3 yılda 82 yerde çeşitli etkinlikler düzenleneceğini bildiren Yıldırım, ''Türbeleri ve kabirleri olan yerlerde de bazı araştırmalar yapacağız. Her ilde, bir şekilde orayla bir bağı olan sahabeleri anlatacağız. Kimisi gidip orada yaşamış ve vefat etmiş, kimileri fetihlerine karışmış, kimisi orada yaşamamış ama oradaki halkın sevgisinden dolayı onlara ait bir makam oluşturulmuş. 82 ilde de böyle izler var. Biz bu projeyle bu izlerin ortaya çıkarılmasına katkı sağlamaya çalışacağız'' diye konuştu.

-''Onların yaşadığı hayat Allah'ın razı ve memnun olduğu hayattır''-
Sahabelerin Hz. Muhammed'in elinde yetişmiş ilk nesil olduğunu belirten Yıldırım, Kur'an-ı Kerim'in dinle ilgili teorik bilgileri verdiğini, sahabelerin hayatının, var olan o bilgilerin hayata nasıl aktarıldığının örnekleri olduğunu bildirdi.

İslam dinini en kamil halini yaşayan kişilerin sahabeler olduğunu ifade eden Yıldırım, şunları söyledi:

''Onlar bunu yaşarken Kur'an-ı Kerim hala inmeye devam ediyordu. Doğruları Kur'an-ı Kerim tarafından tasdiklendi, yanlışları da hemen düzeltildi. Sahabelerin yaşadığı hayat Allah'ın razı ve memnun olduğu hayattır. Onun için biz hangi sahabe efendimizin adını ansak, arkasından 'Allah onlardan razı olsun, Allah onlardan razı olmuştur' deriz. Bizlerde 1500 yıl sonrasında gelen Müslümanlar olarak, hedefimiz sahabenin yaşadığı şekliyle İslamı o güzellikte, o sadelikte yeniden yaşamak ve kulluk yolunda yürümektir. Bunu yapabilmemiz için de onların hayatlarını çok iyi öğrenmemiz lazım. Biz ne kadar onların hayatlarını öğrenirsek, ne kadar onların hayata bıraktıkları izleri anlayabilirsek o kadar onlardan istifade edebiliriz, o kadar da Rabbimizin bizden istediği kulluğu yerine getirebiliriz.''

-''Türkiye'ye gidip gelen sahabe sayısının bine vardığını görüyoruz''-
İslam tarihine ait kaynaklarına göre, isimleri bilinen 10 bine yakın sahabenin bulunduğunu kaydeden Yıldırım, şunları bildirdi:

''Bunlarda 5 binin hayatlarına dair bilgileri biliyoruz. Bu konuda İslam tarihinde ilk dönemden itibaren çok güzel kitaplar kaleme alınmış. Bizim sahabe ile tanışıklığımız Hz. Ömer dönemiyle başladı ve bu dönem erken bir başlangıçtır. Peygamber efendimiz o günkü adı Konstantiniyye olan İstanbul'u sahabeye hedef olarak gösteriyor. Oranın fethi için 3. halife Hz. Osman döneminden itibaren sahabe ordularının İstanbul'a geldiğini biliyoruz. Bu kadar erken dönemde bu topraklar sahabenin o mücadelesiyle tanışıyorlar. Dolayısıyla tam sayı veremesek bile, Türkiye'ye gidip gelen sahabe sayısının çok rahatlıkla bine vardığını görüyoruz. Çünkü o seferlerde askerlerin büyük bir kısmı da sahabelerden oluşuyor. Belki bizim insanımızın sahabeye olan muhabbeti de, bundan kaynaklanıyor. Biz onların eliyle imanla tanıştık.''

-''İstanbul'da 27 tane 'sahabe kabri' diye isimlendirilen yer bulunuyor''-
Projenin hazırlık sürecinde sahabelerin var olan kabirlerin gerçek olup olmadığını da araştırdıklarını bildiren Yıldırım, şöyle konuştu:

''Mesela; Siirt'te Abdurrahman Bin Avf'ın kabrinin olduğu söyleniyor. Tarihi kaynaklarımız ise bunun tam aksini söylüyor. Orada böyle bir kabir yok. Medine'de yaşamış, Medine'de vefat etmiştir. Oradaki yerin, makam olarak bilinmesi gerekiyor. Makam ve kabir arasındaki fark şu; birinde gerçekten orada bedeni var, birinde de insanların sevgisinden dolayı orada bir hatıra olsun diye, onun adına bir türbe oluşturulmuş ya da soyundan gelen birisi, tarih içerisinde orada vefat etmiştir. İnsanlar onu sahabe zannediyor. Bunları da ortaya çıkarmak istiyoruz. İstanbul'da 27 tane 'sahabe kabri' diye isimlendirilen yer bulunuyor. Tarihi kaynaklarımıza göre, bunlardan sadece 2 tanesi doğrudur. 25 tanesi makamdır. İstanbul'da da kabri olan Ebu Eyyüb-el Ensari'yi anlatacağız.''

-''Diyarbakır'da 541 sahabe bulunmuştur''-
Sahabelerin, Anadolu topraklarına çok ciddi bir katkısı olduğunu, Hz. Ömer devrinden itibaren sahabe ordularının fetihler yaptığının bilindiğini kaydeden Yıldırım, şunları söyledi:

''Mesela o günlerde Urfa ve Diyarbakır'ın fethedildiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu kadar erken bir zaman da Anadolu toprakları İslam'la tanışıyor. Mekke, Medine ve Şam dışında en fazla sahabenin olduğu yerlerden bir tanesi, Diyarbakır'dır. Diyarbakır'da 541 sahabe bulunmuştur. Bu kadar çok sahabenin varlığından habersiziz. Diyarbakır'ın çok zengin bir tarihi var. Bu projeyle bunları gündeme getirmek istiyoruz. Diyarbakır'da, Halit Bin Velid'i anlatacağız. Bu sahabemiz oranın fatihidir. Gelen İslam ordularının komutanıdır. Onu anlatırken, orada var olan diğer sahabeleri de söyleyeceğiz.''
Adıyaman'da Safvan Bin Muattal'ın kabrinin bulunduğunu ifade eden Yıldırım, ''Sahabenin gerçek kabridir. Muattal da, İslam tarihinde çok önemli bir isimdir. Kendi iffeti Peygamber Efendimiz tarafından tescillenmiş biridir, büyük bir İslam askeridir. Onun orada olmasının da çok farklı bir anlamı var. O yıllarda Adıyaman seferlerine geliyor. O seferler sırasında vefat ettiği için, orada defnediliyor'' dedi.

-Kadın sahabeler-
Trabzon'da anlatacakları Esma Bint-i Yezid'in Medine'de kadınların sözcüsü olarak seçilmiş bir sahabe olduğunu aktaran Yıldırım, şunları kaydetti:

''Peygamber Efendimiz o kadın sahabeyi bazen erkeklere de örnek gösterir. 'Şimdi Esma gelecek öyle bir soru soracak ki; siz 40 yıl erkek halinizle düşünceniz o soru aklınıza gelmez' diyerek, onun soru sorma kabiliyetini ortaya koymuştur. Gerçekten Esma sahabe, bize Peygamber Efendimiz'den 81 tane hadis rivayet ediyor. Her rivayet ettiği hadiste, dinin ve hayatın farklı bir boyutunda örneklik teşkil ediyor. Trabzon'da bunları gündeme getirerek, kadınların da aslında erkeklere model olabileceğini vurgulayacağız. Onlar kadındı belki ama hayatın her alanında öyle örneklikler ortaya koydular ki, bize bu manada çok farklı şeyler söyleyerek gittiler.''

Yıldırım, kadın sahabe Ümmü Haram'ın Kıbrıs'ın manevi fatihi olduğunu, 86 yaşında Kıbrıs seferine katıldığını ve şehit düştüğünü belirterek, şöyle konuştu:

''İstanbul'da Ebu Eyyüp-el Ensari neyse, Ümmü Haram odur aslında. Ancak çoğumuz bu bilgiden habersiziz. 86 yaşında bir kadının verdiği mücadeleyi, biz onun üzerinden ancak anlayabiliriz. Samsun'da anacağımız Esma binti Ebi Bekir, Hz. Ebu Bekir'ın kızıdır. Esma validemizin hayatında inanılmaz bir mücadele var. Gerçekten mücadele adına en önemli isimlerden biridir. Hicret yolculuğunda Sevr Dağı'na çıkıp babası ve Peygamber Efendimiz'e yiyecek taşımıştır. Günümüz hacıları bile o dağı zor çıkarlar. Ancak Esma Validemiz, o dönemde 7 aylık hamile iken oraya 3 kez gidiyor. Bu tamamen mücadele onun durduğu yeri gösteriyor. Yaklaşık 100 yıllık bir ömrü var ve ömrünün tamamında İslam adına müthiş bir gayreti var. Kadın, erkek herkese örneklik edebilecek bir isimdir.''

26 Aralık 2011 Pazartesi

Yemin

Cübbeli Ahmet:”Bak; ben İslam’da muteber olan üç yemin “Vallâhi, billâhi, tallâhi” diyerek Yüce Rabbime yemin ve kasem ediyorum ki bulûğa erdiğimden bugüne kadar benim sol tarafıma zina gibi büyük bir günah yazılmamıştır. Eğer böyle bir şey olmuşsa Allâh bana imanlı ölmeyi nasip etmesin! Senin çevrende kaç kişi bu yemini yapabilir? Tabi imansız ölmeyi tehlike saymayanlar müstesnâ!”
Böyle bir şey olmuş Allâh bana imanlı ölmeyi nasip etmesin! Diye yemin edebiliyorsan kesin yapmıştır diyebilirsin. İmanlı biri bu yemini edemez Cübbeli Ahmet: yapmadım diyorsa ona inanmak zorundayız cünki o yemin ediyor. Biz edemiyorsak yemin edenin ki geçerli olur.

Peki neden? Olmayan bir şeyden korkulur mu? Helen gibi düşünenlere.

En güzel örnek taze güncel bir o kadar da anlamlı olay. Cübbeli Ahmet olayı.
Önce senaryo yazılır, oynayacak bir şeye ipotekli kişiler en yakınına konur ve güven sağlanır hatta bir numaralı sırdaşım bu! diyecek kadar içten bağlanırlar. Senarist karıları ayarlar, çete ile irtibatı verdiği istihbaratla koruma veya söforüne verir. Necep abiye benzer birini bulup bir kadınla ilişkili kaset çekerler. güya eski koruması 50bin TL ister.50bin TL paramı cübbeli Ahmet için neyse. Polise! de uyduruk bir kişi ihbar eder. A!bir de bakarsın Necep ağabey içerde tutuklu yargılanacak. Bak derler suçlu değilsin ama tutuklu yargılanacaksın suçun yoksa berat edersin derler. Mahkeme sırası sana gelip savunana kadar ohoo olmuş 3 yıl veya 4 yıl.
Necep ağabey tabii ki korkmaz olmayan bir şeyden ama ispat ve mahkeme olana kadar 4 yıl içerde olmasını kimse engelleyemez.
Basit düzmece olduğunu nasıl anlatım. Polis! Kaset montaj değil dedi. Buradan anlatım montaj değil tabii ki ama kasetteki cübbeli Ahmet değil. Kaset gerçek adam cübbeli Ahmet değil.
Necep ağabey milyonlara nasıl ulaşacak aklanmak için. Toplum nezdinde kasetçi Necep diye kalır. Aklansa bile. Recep ağabey eski Necep ağabey kesinlikle olamaz kirlenir. ALLAH göstermesin âmin.
Not: ismi Necep kasıtlı değiştirdim. Anlarsınız!
Bir sonraki yazım neden İsmailağa cemaati.

Menemen

http://www.haksozhaber.net/ataturk-diyor-ki-menemeni-yakin-23590yy.htm#.TvhwcbWgbkE.twitter
Atatürk Diyor ki: ‘Menemen'i Yakın’
26 Aralık 2011

“Menemen kalkışması ve laiklik şehidi Kubilay” söylemi 81 yıldır devlet tarafından gündemde tutulan bir andıçtır. Psikolojik harekâtın en önemli argümanlarından, siyaseti ve toplumu ipotek altında tutmanın en işlevsel araçlarından biridir. Atatürk ve İnönü’den devralınan bu psikolojik harekât geleneği Kemalist-ulusalcı bütün kurum ve aktörler tarafından halen sürdürülmektedir.

Kemalist kadrolar tarafından yürütülen bu psikolojik harekât geleneğine ilişkin iki hususun üzerinde durmak icap ediyor:

1- Menemen’de ne oldu ve Asteğmen Kubilay meselesi nedir ki 81 yıldır yatışmak bir tarafa giderek artan bir kinin, öfkenin ve saldırganlığın vesilesi sayılmaktadır?

2- İktidar sınıfları tarafından Kemalist ideolojinin tahakkümünü ve askeri vesayetin devamını daim kılmak üzere Menemen ve Kubilay nasıl araçsallaştırılmıştır?

Önce hadisenin tarihi boyutuna bir göz atalım. Menemen Hadisesi, Serbest Fırka’nın kapatılmasının hemen akabinde, Tek Parti Rejimi’nin kurulmasının hemen önündedir. 7 Aralık 1930’da Manisa’dan yola çıkan Giritli Mehmet, altı arkadaşı ve köpekleri ‘kıtmir’’in bazı beldelere uğradıktan sonra 23 Aralık’ta vardıkları Menemen’de yaşananlar aslında devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin tipik bir örneğidir.

Giritli Mehmet mehdilik ilan eder, meydanda yeşil bayrak sallar, tekbirler getirir, zikirler yaparken Menemenliler de seyretmektedir. Silahsız ve cephanesiz müfrezesi ile hadiseye müdahale eden Asteğmen Kubilay’ın ikazlarına gericiler ‘kör bağ bıçağı’ ile verirler ve Kubilay’ın başını kesip bayrak direğine bağlarlar. Olayı daha da trajik hale sokmak, ajitasyonu kabartmak isteyen Tevfik Çavdar gibi tarihçiler “gericiler tekbirlerle Kubilay’ın kanını içtiler” gibi ilave kurgular da katarlar işin içine. (Türkiye’nin Demokrasi Tarihi-s. 297) Menemen’in merkezinde bu olaylar saatlerce sürüp bittikten sonra müdahale eden Alay Komutanlığı, Giritli Mehmet dâhil altı isyancıyı yaylım ateşine tutarak orada öldürüyor.

Fakat asıl olarak Menemen Hadisesi denilen ‘tertip’ bundan sonra başlıyor. İlk elde bu hadisenin haberi kendisine ulaştırıldığında bir yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal öfkesinin derecesini gösterecek önemli bir emir cümlesi kurar: “Menemeni Yakınız!” (Altemur Kılıç, 50 Yıllık Yaşantımız, s. 240, Milliyet, 1975) İçişleri Bakanlığı’na derhal telgraf çekilmesi talimatı veren Mustafa Kemal’e göre olay basit bir cinayet olamazdı. Bu mesele devrimlere bir karşı geliş, Türk milletinin büyük hamlesini durdurmak için bir başkaldırıştı. Gerekli tepkiyi göstermediği için Menemen ve Menemenliler de suçluydu. Sadık ve muttaki Kemalistlerden Altemur Kılıç Menemen Hadisesi’ni böyle aktarıyor bize.

Bakanlar Kurulu 31 Aralık’ta “suçun Cumhuriyet’e karşı geniş kapsamlı bir düzene dayandığı hakkında kesin belgeler olduğu” gerekçesiyle Menemen gibi Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan eder. Korgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığında bir askeri Mahkeme kurulur. Mustafa Kemal önce İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Ordu Komutanı Fahrettin Altay ile Dolmabahçe’de ardından da aynı isimlere ilaveten Başbakan İsmet İnönü, Meclis Başkanı Kazım Paşa, Milli Savunma Bakanı Zekai’nin de katıldığı daha geniş bir toplantıyı Çankaya’da düzenler.

Çankaya toplantısında Mustafa Kemal şu direktifleri verir: Olayın siyasi kaynağının aranması ve olayla ilgili herkesin cezalandırılması. Bütün davanın bitmesini beklemeksizin verilen idam hükümlerinin infaz edilmesi, en az kabahati olaya seyirci kalmak olan hepsi de suçlu bulunan Menemen halkının yerlerinden uzaklaştırılması. Serbest Parti’yi desteklemiş olan Yarın ve Son Posta, Kazım Karabekir’in yazılarını yayınlayan Hür Adam gazetelerinin Askeri Mahkeme sürecine dâhil edilmeleri. İsmet İnönü’nün ısrarına rağmen Atatürk, Fethi Okyar’ın kovuşturma dışında tutulmasını tembih eder. (Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İş Bankası, s. 331-338)

Devlet, Menemenle tam tekmil bir hesaplaşmaya girişmiştir. Etkisi uzun yıllar sürecek bu hesaplaşmayı bütün ülke ve toplum kesimlerinin zihnine korku dolu bir ‘ibret’ olarak kazımak azmindedir. Korg. Muğlalı başkanlığındaki Askeri Mahkeme yaklaşık 2.500 kişiyi gözaltına alıp sorgular. Aralarında Yahudi bir vatandaşın da bulunduğu 28 kişi asılarak idam edilir, birçok kişi ağır cezalara çarptırılır.

Her yıl Aralık ayının son haftasında siyasi ve askeri erkânın ‘laiklik şehidi aziz Kubilay’ üzerinden mesaj vermesi esaslı bir devlet teamülüdür. Bu teamülün gereği olarak özellikle Genelkurmay Başkanları tarafından hepimize ‘Cumhuriyet karşıtı hareketlere girişeceklere Menemen'de yaşanan son’ hatırlatılır. Müsamere ve tehdit üzerinde yükseltilen bu nadide militarizmin gerçek sahibi de işte bu silsiledir.

Cumhurbaşkanı Gül’ün bu yıl Kubilay mesajı yayınlamaması, Başbakan Erdoğan’ın ise ‘provakatif bir tuzak’ olarak nitelemesi mezkûr ‘teamülün’ bundan sonraki seyrini işaretliyor olabilir mi?

İyice bakarsak göreceğiz ki infazlarıyla, tehcirleriyle Menemen küçük çaplı bir Dersim’dir. Dersim’den Menemen’e yakın siyasi tarihte cereyan eden devlet sınıflarının provokasyon ve zulümlerine bigâne kalmanın bedeli bizler için ağır olacaktır.

Tarihin yalanlar üzerinden inşa edilmesi tarihte kalmamış, maziye karışmamıştır. Bugün 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, Ergenekon’dan Balyoz’a bütün devlet çetelerine ve çetecilerine toplum üzerinde tahakküm kurma, yolsuzluk ve yozlaştırma imkânı vermiştir. Bu ülkedeki militarizmin en büyük dayanağı Kemalist ideoloji ve sınıfların temellerini yıkmaksızın mesafe almak, rahat yüzü görmek mümkün olmayacaktır.

Bir siyasal sembol olarak “Laiklik Şehidi Aziz Kubilay” metaforu Müslüman halkın kafasına indirilen bir ‘balyoz’dur. Laik, öğretmen ve asker sıfatlarıyla mücehhez saldırgan bir siyasal sembol yaratılmıştır. Bu sembolü İslami kesimlere karşı bir silah gibi kullanan Kemalist sınıfların yalan ve zulümlerinden hesap sorma görevi ise öncelikle hakikatin şahitlerinin üzerindedir.

Rize'yi Hamidiye zırhlısı şehri denizden bombalar.

Bir modernlik alameti olarak ŞAPKA

CELAL TAHİR / Yazar

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in evvelden efsane olmuş bir fötr şapkası vardır. Merhum Adnan Menderes ve DP’nin mirası üzerinden siyasete giren ve muhafazakâr kitleye hitabeden Demirel 28 Şubat ve sonrası değişti mi, sorusu sorulur. Esasen Demirel’in 2005 yılında merhum Ecevit’in “Vahdettin hain değildi” sözleri üzerine, “Atatürk’ün Türkler için bir referans olduğunu ve daha yüzyıl bu referansa ihtiyaç bulunduğunu” söylemesi çok şeyi izah eder. Şehirli olan Ecevit kasket takarken, köy kökenli olması ile övünen Demirel’in “Musul’un fethinden bile önemli” olan şapka inkılâbının ısrarlı takipçisi olması bu bağlamda anlam kazanır.

Gazi Mustafa Kemal yeni Türk devletinin ‘Kurucu Ata’sı olarak Atatürk soyadını alır. Demirel de, Türkiye’nin Ata’sı değil ama Baba’sıdır. Atatürk ve İnönü tarafından inşa edilen rejim ve ideolojiyi, 1960’lardan 2000’lere taşıyan kişilerdendir. Şapka İnkılâbı’nın Musul’un fethinden bile önemli olduğu ise Mahmut Esat Bozkurt ile Atatürk arasındaki konuşmada geçer. “Atatürk bir gün, lütfen bu hususta fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi aleyhimizde neticelendiği için, rahmetli hayli sıkıntılı idi. Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum:

“Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!”

Atatürk hafifçe gülümsediler. Ve başlarını bir kaç defa eğerek beni taltif ettiler “

24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 17 Aralık’ta Rize’de, 31 Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorumda, 1 Şubat’ta Giresun’da Şapka İnkılâbı’na karşı görülen hareketler, İstiklal Mahkemelerinin de marifeti ile şiddetle bastırılır. Rize’de halkın yürüyüşe geçmesi üzerine, Hamidiye zırhlısı şehri denizden bombalar. Erzincan’da Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi hakkında verilen idam kararı, şahsın ölmesi sebebi ile cesedinin mezardan çıkarılarak asılması sureti ile tatbik olunur. Şapka Kanunu’ndan üç buçuk yıl önce yazıp bir yıl önce neşrettiği “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı risalesi sebebiyle İskilipli Atıf Hoca idam edilir. (Atıf Hoca’nın idamında başka gerekçelerin olduğu söylenmektedir. Ancak bu böyle olsa da, meselenin Şapka İnkılâbı ve uygulamaları çerçevesinde ele alınması hata değildir) Bu ve benzer hadiselerin hukuk ve bazen kanun dışı olmaları devletin âli menfaatlerini ve müesses nizamı koruma işlevi taşıdığı için, Osmanlı’daki siyaseten katl müessesesi ile de irtibatı olduğu söylenebilir. Ancak Osmanlı ve Cumhuriyet’in medeniyet aidiyetleri farklıdır ve dolayısıyla bazı usul ve kurumlar şeklen benzeseler de, mahiyetleri ve işlevleri farklıdır.

Mustafa Kemal “Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara, bütün millete hatırlatmak isterim ki Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının kisve-i mahsusası olan cüppeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?” demektedir. Cevap kendisinin 23 Ağustos 1925’te Kastamonu’da “Arkadaşlar Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için layık bir kıyafettir” sözlerindedir. Turan ile ilgilenilmesi sebebi, kadim tarih ile organik irtibat kurulmak istenilmesinden ziyade, belki de, Türk tarihinin Osmanlı-Selçuklu atlanarak yazılmak istenilmesindendir. Konumuz açısından söylenmesi gereken ise Mustafa Kemal’in kendisinin yine kendisi tarafından cevaplandığıdır; yani “Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için layık bir kıyafettir” sözleridir. Çünkü ulema ve ahalinin Şapka İnkılâbı’na karşı gösterdiği tepkinin temel sebebi “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır” Hadis- i Şerifi’dir. Ulemanın ve ahalinin bir kısmı, bu sebeple modern Batı’nın simgesi şapkayı benimsememektedir. Şapka İnkılâbı’nın Batı’ya benzemek kasdı ile gerçekleştirildiğinin daha açık ifadesi ise İnönü’nün sözleridir. “Şapka İnkılâbı’ndan sonra, diğer bir arkadaşımızın, Ankara Valisi Yahya Galip Bey’in bir ziyaretini hatırlarım. Aynı zamanda mebus olarak bulunan Yahya Galip Bey de çok yakınımızdı. Bir teklifi vardı. Nedir dedim. “Şapkanın orta yerine bir ay yıldız koyalım. Diğer milletlerden farkımız belli olur” dedi. Teklifi bu. Yahya Galip Bey’e: “Canım, biz bunları farkımız olmasın diye yapıyoruz. Sen ne teklif ediyorsun” tarzında çıkıştım”

İmparatorluğun çöküşü neticesi oluşan ve herkesi etkileyen ağır psikolojik atmosfer, Batı uygarlığı karşısında hissedilen bir tür eziklik de, Şapka İnkılâbı’nın sebeplerindendir. Nitekim İsmet İnönü “Aslında en ziyade taassup sahibi görünen insanlar, Avrupa’ya gittikleri zaman fesle dolaşmazlardı, şapka giyerlerdi. Garip görünmeyi ve geri mıntıkaların insanları olarak telakki edilmeyi istemezlerdi.” demektedir. Yine Mahmut Esat Bozkurt da “Avrupa’ya gidenler çok iyi bilirler. Fesli bir Şarkının arkasından ahali kahkahalarla güler, çocuklar ardısıra koşar” der.

Moda ve tekbiçimcilik

Modern Batı uygarlığına benzeme gayesi, bir modaya uyma kaygısı olarak, Şapka İnkılâbı da bir tür, cebri modaya uyma/uydurma hareketi olarak değerlendirilebilir. Moda ile modern toplumda etnik ve zihniyet farklılıkları ile birlikte, estetik farklılıklar da ortadan kalkma/silikleşme sürecine girer. Kapitalizm öncesi toplumlarda modadan değil daha ziyade örf ve adetlerden söz edilebilir. Moda, özellikle endüstriyel aşamaya gelmiş toplumların şehirlerinde görülür; başlangıç tarihi Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali olarak kabul edilir. Burada moda ile beraber, ulus-devlet, ideoloji gibi kavramların da Fransız İhtilali ile tedavüle girdiğini hatırlamak gerekir. Moda örf ve adetleri silikleştirir ve ortadan kaldırır. Toplumdaki çeşitlilik, çok renklilik, çoğul yapı ortadan kalkma sürecine girer. İşte burada görülen ulus-devletin etnisiteleri yok sayması ve asimilasyondur. İdeolojilerin farklı düşüncelere tahammülsüzlüğü, insanların ideolojik zihniyet kalıplarında benzer düşünmeye zorlamasıdır. İnsanların bilinen zamanlarda herhalde hiç olmadık bir şekilde aynı kıyafetleri giymeleri ama bu nasıl bir parodi ise bireyselliğin en fazla da bu şekilde duyumsanıyor olmasıdır.

Çin’de Mao Ze Dung’un tek tip elbise uygulaması bu hadisenin en uç örneğidir. Üniforma ve üniter-devlet elbette aynı bağlamdadır. Bireye böylesine vurgu yapılan bir çağda kişilerin bireyselliği nereden bellidir? Belli değildir. Bugün neredeyse bütün dünyanın kadınları ve erkekleri aynı kıyafetleri giymektedir. Tesettür kıyafetleri de modaya tabi gözükmektedir. Bir örnek olma ya da tekbiçimcilik modern dünyanın karakteristik özeliklerindendir. Mantıki olarak doğru olan tarihi olarak da doğrudur ve tarihi-maddi olgular tekbiçimciliği doğrular niteliktedir. Şapka İnkılâbı ile Dersim meselesinin kesişmesini çarpıcı bir husus olmasından ziyade, tek- biçimli bir hal alan dünyada, homojen bir ulus (Türk ulusu) ve her yere nüfuz eden bir üniter devlet inşa edilmesi ile bir-örnek giyim tarzını benimsetme uygulamalarının örtüşmesi olarak okumak gerekir. O günlerde11 yaşlarında olan Mehmet Kangutan’dan dinleyelim: “Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman hem adli, hem idari bütün yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi. Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için ona da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı” Demek ki ulus-devlet etnik farklıkları, ama zorla ama güzellikle bir şekilde halletmelidir. İsyan denilebilecek bir durum olmamakla beraber, Dersim’de bu sebepten bir kıyım yaşanır. Dersim tartışması güncel olduğundan, konu harici olmakla birlikte, TTK eski başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun bir tv programında, tehcir sonrası Ermenilerden bazılarının Alevilerin arasına karışıp Alevi olarak yaşamaya devam ettiklerini, söylediğini hatırlatmak gerekiyor. Sayın Halaçoğlu elindeki belgelere istinaden konuşmuştur. Ortada iki soru vardır. Alevi olarak hayatlarına Dersim’de devam eden Ermeniler var mıdır? Ve bu Dersim’de ölçüsüz şiddet uygulanmasının sebepleri arasında mıdır?

Bu çağın alametleri...

Konumuza dönersek, uluslaşmaya en ideal şekilde eşlik eden devlet biçimi, üniter-devlet olmalıdır. Bireyler tarihi olarak -medya ve internet çağında gündelik olarak- inşa edilmiş fikirleri “kendi fikirleri” olarak benimsemelidir. Bir kimliği ve kişiliği olan kadim şehirlerin yerini, birbirinin adeta kopyası kimliği ve şahsiyeti olmayan modern kentler alır. Ve insanlar ama zorla ama modanın marifeti ile bir tür bir-örnek giyim tarzını benimsemelidir.

Tüm bunların daha derindeki sebeplerini, Rene Guenon, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri’nde “birliğe karşı tekbiçimcilik” başlığı altında inceler ve “Tekbiçimciliğin mümkün olması için, her tür nitelikten yoksun ve sadece basit sayısal ‘birlikler’ durumuna indirgenmiş varlıkların olması öngörülmektedir. İşte bu yüzden böyle bir tekbiçimcilik gerçekte hiçbir zaman gerçekleşemez, fakat onu gerçekleştirmek için yapılan bütün çabalar varlıkların kendi niteliklerinden tamamen soyma ve yoksun bırakma sonucunu doğurabilir”der. Ve burası önemlidir, “Dünya ne kadar çok tekbiçimleşmişse, kelimenin gerçek anlamıyla, o kadar az ‘birleşmiş’ durumdadır. Modern olan her şeyde çok sık olarak rastlanan ‘parodi’ özelliğinin burada da gözüktüğünü görmekteyiz. Gerçekten de bu tekbiçimleştirme doğrudan doğruya gerçek birliğin tam tersine gittiği için, birliğin adeta bir karikatürünü temsil etmektedir” hayatın her alanındaki standartlara uyma/uydurma çabaları parçalanma sonucu vermektedir. Atomun 20. yy’da parçalanması da bu genel parçalanma sürecinin fizik izdüşümü gibi gözükmektedir. “Bizzat birlik, saf niceliği oluşturan ‘birimler’ içinde tersinden yansır.” Yani ‘tevhid’den tedrici uzaklaşma neticesinde, hak ve hakikat mutlak manada inkâr olunamayacağı içindir ki, birlik ama negatif bir tarzda nicelik-çokluk âleminde tezahür eder. Dünya, her düzeyde tekbiçimleşme-bir örnek olma sürecine girer.

Osmanlı ve benzer tevhidi tanıyan/tevhidden uzaklaşma süreci yaşamayan, O’na tabi olan medeniyetlerde olan, hoşgörü vs. değil, tevhid tanındığı için çoklu yapıyı tanıma ve neticesi çoğulluk/çoğulculuktur. İlkin, kesret (çokluk) âlemindeki çoklu yapıyı da doğrudan ve doğallığında tanıdığı için çoğulcudur. İkinci olarak, mutlak hakikatin bir kişi ya da topluluğun inhisarında olamayacağını, çünkü yalnız ve ancak Tanrı’nın indinde olduğunu kabul edildiği için çoğulcudur. Doğru, mutlak doğru, yanlış mutlak yanlış değildir; izafidir; her ikisi de ‘mutlak hakikate’ bir şekilde ve bir sebeple katılırlar. Vahyi esas alan düşüncelerin, otoriter ve totaliter bir ideoloji ve rejime dönüşmesi, mümkün müdür? Demokrasi, çoğulculuk, laiklik meselelerine bir de bu açıdan bakılabilir mi?

Star Gazetesi - Açık Görüş – 25.12.2011

25 Aralık 2011 Pazar

Kin tohumunu eker tarihe atarlar. Provokasyon

Provokasyon önce anlamı: kışkırtma; kışkırtma: herhangi bir kişiye, gruba, kuruluşa veya devlete karşı girişilen ve onları sonradan ağır sonuçlar verecek bir karşı eylemde bulunmaya zorlayan, önceden tasarlanmış girişim. Anlamında kullanılan batı kökenli bu sözün karşılığı dilimizde zaten vardır: kışkırtma. *kışkırtıcı: kışkırtıcı, *provoke etmek: kışkırtmak.
Toplumun bölünmezlik; mutlu, ferah, birlik içinde, toplumsal huzuru bozmak ve toplumu gruplara ayırıp birbirine bir birine düşürmek sen alevi sen sünnisin sen Türk sen Kürt bak neler yaptılar size. Hep kaşır ve kışkırtırlar. Toplum huzur içinde yaşamaması için kendileri senaryo yazar ve birkaç çapulcuya da oynatırlar sonra bu kin tohumunu tarihe içine sonra kullanmak üzere atarlar ilerleyen günlerde hep kaşırlar. Anma günü bahanesi ile halkı birbirine kışkırtırlar. Kahraman Maraş olayları, corum olayları, asteğmen Kubilay, gazi mahallesi olayları, başbağlar ve bunlar gibi bir sürü kin tohumları bol bol ekerler. Hep garibim halk da sen yaptın, yok ben yapmadım, benim bu olayla hiç ilgim yokken nasıl suçlu olurum derse bile yok yok sen sünnisin ama. Yani Sünni isem ne yapayım ben yapmadım. Yok, yok sen sünnisin al başına belayı. Özneleri değiştirerek böyle gider. Kavga.
Yeter suçlu kim ise bulun yargılayın bana ne. Bulamazlar arkada derin güçler var. Gidemezler zaden.
Yani bu olayları yapan yabancılar sucu millete atarlar. Sen yaptın. Ve halk da birbirine kim gözüyle bakarlar.
Bazen bu kin tohumunu dünyaya da ekerler. İleride canlanacak kin tohumları şu an gözlemiş kül olsa bile ileride küllerden doğan, doğacaklar: Türk Kürt alevi Sünni, sağ sol, Afganistan, Pakistan-Keşmir, ispanya-eta, İrlanda-ira, Arjantin, Brezilya, Somali, Cezayir, ırak, mısır, Rusya-Çeçenistan, Azerbaycan-Erivan, Ermenistan ABD ikiz kuleler, solingen, Norveç katliamı,( Anders B. Breivik), Rusya yeraltı yeraltı treni saldırısı, İstanbul sinagog saldırısı daha neler neler. Hep birbirine kırdırmak. Milliyeti de yoktur. Ama bunu yapan bir tek el. Bunu bulmak asıl sorun.
Kimdir bu el. Bakara:2/205:İş başına geçti mi yeryüzünde içine kadar fesat vermek ve hars-ü nesli helâk etmek için sa’yeder Allah da fesadı sevmez.
Bunlar yahudileri'de sevmeyen ne olduğu belli olmaya gizli, esrarlı, şifreli, çapraşık Yahudi değil ama Yahudi andıran, benzer gibi bir şeydirler. Ne olduğunu kimse şuana kadar ne araştırmış, ne de yazı yazılabilmişidir. Tuhaf, alışılmacık, bir cins ne bilem. Bilen var sa gelsin beri.
Bir kuruluş biliyorum ama söylenecek kadar güçlü değiliz. Yerler bizi. Hem söylesem kimseyi de inandıramayız ne alakası var derler. Bu kadar da dürüstlüğünü! Yaymışlardır tüm dünyaya.
Bu insanlar bitmeden dünyaya kesinlikle huzur gelmez.
Kimse kimseyi kandırmasın. Yani Hazreti Mehdi’yi bekleyecek kadar zor ve baş edilmez vahim bir durumdayız. O kadar güçlüler.

Cübbeli Ahmet Hoca'dan Hasan Karakaya'ya Zehir Zemberek Mektup

übbeli Ahmet'in oğlu Yusuf Ünlü, mektubun yayınlanmasından sonra bu bilgileri doğruladı. İşte Yusuf Ünlü'nün sosyal paylaşım sitesindeki profilinden mektubu doğrulama sözleri: "Evet, bu mektup doğrudur ve babam (Hocam) tarafından nakledilmiştir! Şu anda haberini aldım, hakkınızı helal edin!"


Burak Öztürk'ün haberi:


İşte Cübbeli Ahmet'in yazdığı iddia edilen o mektup:


Beni tehdit suçuyla şikâyet eden ve ırzıma taan eden (Yûşâ Tepesi’ndeki dualarıyla mâruf) Avni Özsalih ile, hakkımda uydurulan kaseti izleyip izlettikten sonra cemaatten dışlanmam için gayret gösteren ve konuşmalar yapan Selahaddin Hoca’ya hakkımı helal etmiyorum!


Sayın Karakaya! Aramızda kalsın, geçen günkü yazınızı gördüğümde sizin hakkınızda sahip bulunduğum hüsn-ü zan tamamen tersine münkalip oldu. Yazılarınızı takip edenlerden malûmum olduğu vechile, bugüne kadar İslâmî kesimden kimsenin aleyhine yazmamaya özen gösteren birisiniz.


Daha bugüne kadar; ne sabahlara dek cicili-bicili kızları önüne alıp lâubâli konuşmalar yaparak halkın ahlâkını bozan ve Nâgihan Hanım’ın programında grup sex yapmakla itham edilen kimseler hakkında, ne hakkında yüz kızartıcı suçtan mahkeme kararı internetlerde dolaşan ve gazetenizin kankası bulunan şahıs hakkında, ne Mesihlik-Peygamberlik taslayan kanal sahipleri hakkında, ne de erkek-kadın tüm müritleriyle ilişkiye girdiği iddia edilen müteşeyyihler hakkında tek kelime yazmazken ne oldu da benim hakkımda aslı-astarı olmayan “İnsan ticareti, fuhşa yataklık” gibi konular daha soruşturma aşamasındayken ve dosyada gizlilik kararı mevcut iken mal bulmuş mağribî gibi bu konuya daldınız?!


Elbette ki bunda iyi niyet düşünmemiz mümkün değildir. Diğerleri hakkında yazmamanızın sebebi, kiminden yıllarca tahsil ettiğiniz reklam gelirleri, kiminden istifade ettiğiniz televizyon yayınları gibi basit dünya metaı mıdır yoksa İslâmî hassasiyetiniz midir?! Eğer İslâmî hassasiyetiniz ise bu hassasiyeti suçu muhakkak olan kimseler hakkında gösterirken, suçu mevhum olan benim gibi biri hakkında niçin göstermediniz?! Eğer bunlar hakkındaki suçlamaları iftira addediyorsanız, peki benim hakkımdakilerin iftira olmadığına nasıl böyle emin olabiliyorsunuz?!


BEN HARAMA UÇKUR ÇÖZMEDİM


Ey Karakaya! Sen ne cüretle “Evinde nikâhlı eşin dururken kalkıp da aşûftelerle iş tutmayacaksın” diye yazabilmektesin?! 8 çocuk babası ve milyonların sevgilisi olan bir adama “Sen fâhişelerle iş yapıyorsun” diyerek beni nasıl zina ile itham ederek bu kadar insana hakaret edebilmektesin?!


Bak; ben İslam’da muteber olan üç yemin “Vallâhi, billâhi, tallâhi” diyerek Yüce Rabbime yemin ve kasem ediyorum ki bulûğa erdiğimden bugüne kadar benim sol tarafıma zina gibi büyük bir günah yazılmamıştır. Eğer böyle bir şey olmuşsa Allâh bana imanlı ölmeyi nasip etmesin! Senin çevrende kaç kişi bu yemini yapabilir?! Tabi imansız ölmeyi tehlike saymayanlar müstesnâ!


Ayrıca hakkımdaki kaset uydurması 2.5 senelik bir mevzu iken bu hususta konuşmayı benim hapse girmeme kadar geciktirmenizin adâletle, insafla, vicdanla, haysiyetle, mertlikle ve erkeklikle bağdaşır bir tarafı var mıdır?!


Ey gidi Karakaya! Sen kendi karın-kızın selâmette olduğu için rahat bir tavır sergileyerek “Dînî konularda misyon yüklenen adamların elin karıları-kızlarıyla cinsel kondüsyonlarını test etme gibi bir lüksleri olamaz” derken benim evli kadınlarla da ilişkiye girdiğimi îmâ ederek Arş’ı titretecek bir iftira yaptığının farkında mısın?!


Sen: “Size bir fâsık kişi bir haber getirirse onu iyice araştırın sonra bilgisizce bir topluluğa bindirirsiniz, sonunda yaptığınıza pişman olursunuz” (Hucurât Sûresi:6’dan) âyet-i kerîmesini hiç duymadın mı?!


Deport olmayı (sınırdışı edilmeyi) bekleyen fakat bazı iftiralar yaptırmadan ihraç edilmeyen fahişelerin hezeyanları ne zamandır sizin ilham kaynağınız olmuştur?! Sizin “Gizlilik kararı olduğu için ayrıntılara girmeyeceğim” sözünüze bakılırsa bütün dosyadan haberdar edilmişsiniz. Demek gizlilik kararı olmasa bütün safhaları tek tek ele alacaksınız. Siz hiç Nûr Sûresi’nin: “Müstehcen haberlerin müminler içerisinde yayılmasını sevenlere dünyada da âhirette de çok acı verici büyük bir azap vardır” (Nûr Sûresi:19’dan) âyet-i kerîmesinin tehdidinden korkmuyor musunuz?! Gördüğünüz üzere; burada sadece yayanlar değil, yayılmasını sevenler dahi tehdit edilmektedir! Artık size bu yaptığınızdan dolayı âhiretten önce dünyada çarpacak elîm azap müjdeler olsun! Hem siz nikâh-sifâh, haram-helâl, mekruh-mübah gibi fıkhî terimleri yerli yerinde kullanacak ilmî müktesebâta mâlik misiniz?! Bir helâle haram, bir harama da helâl diyerek insanın dinden çıkıp kâfir olacağını biliyor muydunuz?! Bu konulardaki serbestlik ve yasaklık sınırlarını öğrenmek için son çıkan kitabım “Nişan ve Nikâh Ahkâmı” isimli eserimi okumanızı tavsiye ederim. Kusura bakmayın hapiste olduğum için hediye gönderemeyeceğim. Gerçi Arap eş‛ârında geçen “Cahil kişi pislik böceği gibidir. Salladıkça pis koku saçar” kelamı fehvasınca sizi bu konularda deşmeye gelmez. Ortaya ne rezil ifadeler ve şirk sözleri çıkacağından endişe ederim. Zira belden aşağı konuları ifadede sizinle boy ölçüşemeyeceğimi herkes takdir eder.


(Ne sayarsanız) sayın Karakaya! Siz “Bırakın kameraları, Allah takipte, Allah” derken kime vaaz ettiğinizi sanıyorsunuz?! Zina yapmayan ve harama uçkur çözmeyen birine bu sözün söylenmesinin ne manası olabilir?! Tabi ki Rabbimizin takibinden korkuyor, bu yüzden de gizli yerde bile haram işlemiyoruz. Peki ya milletin ortasında en büyük farz olan ve terki, şirkten sonra en büyük günah olan namazı zâyi edenler Allâh’tan hiç mi korkmuyorlar?!


Beyt: “Halk içinde bundan artık aybolur mu bir kişi,


Kendi aybı var iken zikrede aybı dîgeri.”


İSLAM’DA FUHUŞ İSNADI İÇİN GEREKLİ ŞARTLARI BİLİYOR MUSUNUZ?


Allâh-u Te‛âlâ bu konuda çok hassas davranıyor ve herkes birbirine iftira edemesin diye zinanın cezasının tespiti hakkında dört şâhidin zina olayına şâhit olmasını şart koşuyor. Nitekim bu hususu Nur Sûresi’nin ilk âyetlerinde açıkça beyan ediyor ve zina suçlaması yapıp da dört şâhit getiremeyenlere iftira cezası olarak 80 sopa vurulmasını ve artık ebediyyen hiçbir konuda bu kişilerin şâhitliğinin kabul edilmemesini emrediyor. (Nûr Sûresi:4)


Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) de bu konuyu: “Dört şâhit zina ânını aynı anda (göze çekilen) milin sürmedanlığın içinde bulunması gibi açık şekilde görmesi gerekir” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, no:17454, 8/227) hadîs-i şerîfi ile vuzûha kavuşturuyor.


Ömer (Radıyallâhu Anh) zamanında 4 kişi zinaya şâhitlik yapıyor fakat bir kişi: “Ben bunlarla birlikte görmedim. Ben gördüğümde üzerlerinde yorgan vardı ama sedir sallanıyordu” deyince Ömer (Radıyallâhu Anh) iftiradan dolayı bunlara 80 sopa vurduruyor.

Neyse Karakaya abimizin endişe edeceği bir durum söz konusu değil. O yesin-içsin Kur’ân hükümlerinin tatbik edilmediğine şükretsin. Allâh-u Te‛âlâ’nın açık beyânı vechile; “Şahitleri getiremeyenler Allâh indinde yalancıların ta kendileridir.” (Nûr Sûresi:13’den)


Diğer bir âyet-i kerîme fehvâsınca da: “Allâh’ın lâneti o yalancıların üzerine olsun.” (Hûd Sûresi:18’den)


HASAN ABİMİZ NE YAPMALIYDI?


Evvela her konuda kılı kırk yaran biri olarak her zaman yaptığı gibi konuyu ele almalı ve şu satırları sormalıydı:


1) “Hürrü satan bizden değildir” buyuran bir Peygamberin ümmeti olan birinin insan ticareti yaptığını ispat için karineler yetmeyip çok kuvvetli deliller bulunması lâzımken bu konuda tutuklamayı mucip olacak hangi açık deliller vardır?!


2) Şantaj, tehdit gibi konularda çeteyle irtibat iddia edilirken niçin çete üyelerinin tümü serbest kalmış, Hoca tutuklanmıştır.


3) Türkiye kadın kaynarken dışardan kadın getirtme iddiası hiç inandırıcı olmamıştır.
4) 2006 yılından beri bütün refleksleri kaybettirmiş müzmin diyabet, baypas, behçet, kalpte ve şah damarında stent, iltihaplı romatizma, depresyon ve panik atak gibi birçok hastalıktan dolayı Devlet Hastanesi tarafından verilmiş mühürlü raporlar arz edilmişken, kaçma ihtimali de mevcut değilken, deliller toplanmış olup karartma imkânı yokken tutuklamaya neden gerek duyulmuştur?!


5) Bunca yıldır aranan hiçbir evin görüntüsü verilmemişken neden özellikle Hoca’nın evinin iç görüntüleri yasak çiğnenerek servis edilmiştir?! Burada bu konuyla ilgili bir yazı yazan Ali İhsan Karahasanoğlu kardeşime teşekkürü bir borç bilirim.


6) Dosyada gizlilik kararı varken dosyanın tüm içeriği gazetelere servis edilmiş ve medyada ikāmet adresleri dahi fuhuş evi olarak gösterilmiş, çocukların pasaportları hakkında Faslı kadınların pasaportları denilmesine yol açılmıştır. 28 şubat döneminde bile görülmedik şekilde Hoca’ya karşı tezâhür eden bu nefretin belli bir nedeni var mıdır?!


İşte biz abimizden bu soruların cevaplarını arayarak bizi savunmasını beklerken o da: “Cübbeli bu sefer bitti” sananların kervanına katılmış olacak ki “Bir de benden” diyerek saldırıya geçmiştir. Ama herkes şunu iyi bilmelidir ki Allâh’ın bitirmediğini kimse bitiremez, O’nun bitirdiğini de kimse diriltemez! Akit gazetesinde (eski yazar) Ali Eren ve Serdar Arseven gibi şahsiyetler mevcutken -isim ve soyadlar da semadan nazil olduğuna göre- bizim bu müdafaaları Eren ve Arseven soyadlarından değil de Karakaya soyadından beklememiz elbette safdillik olacaktır.


BAŞIMA GELENLERİN SEBEPLERİ HAKKINDA BİR TAHLİL


İslâmî Cemaatler hakkında muhallil olan Nevzat Çiçek Beyefendi’nin de dediği gibi bana defaatle “Ekranlardan geri çekil, başına bir şey gelmeyecek” denilmişse de ben bu sözleri dinlemedim. Konuşmalarımdan para almadığım için bu konuda maddî bir endişe taşımadığımdan dolayı geri çekilmek için Üstâdım Mahmud Efendi Hazretleri’ne defaatle müracaat ettimse de her defasında “Kim diyor sana ‘Geri çekil’ diye?! Geri durmak yok” cevabını alınca geri duramadım. Tabi ki Üstâdımız bu derslerin milyonların hidâyetine vesîle olduğunu bildiği için bana izin vermiştir. Yine defaatle -hattâ bir keresinde 7 defa- kendisi adına yazmış olduğumuz “Rûhu’l-Furkān Tefsîri”ndeki hizmetimden azlimi istediysem de “Meşâyih senden başkasına izin vermiyor” cevabını alınca bırakamadım. Bir sefer beni çok darlattıklarında Türkiye’yi terk edip Medîne’ye yerleşme müsaadesi istediğimde “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) seni orada istemiyor, ümmeti kime bırakacaksın?!” cevabını alınca tabi ki mürşidimden kaçamazdım.


Bana yapılan saldırılar 11 yaşlarımda başlamış, o zaman Üstadımızın bazı akrabası tarafından başıma gelen eziyetler cemaat içi kalmış, üzerime büyük iftiralar atılmış ama Üstadımız daima: “Seni kıskanıyorlar, sabret” diyerek fakiri teselli etmiştir. İlk evliliğimde boşanmaya mecbur kalınca yine üzerime cemaat içinde büyük iftiralar atılarak mağdur edildim ki bu dertler beni genç yaşta şeker hastası yaptı. Daha sonra zelzele vaazı nedeniyle 312’den 2 sene 7 ay 3 gün ceza alarak linç edildim, “Cübbeli bitti” denildi, çıktık tekrar canlandım. Sonra jetsky olayıyla haftalar süren ve başbakana bile görüşü sorulan programlarla linç edildim, tekrar “Teke Tek” konuşmaları vesilesiyle gündeme geldim.


O sırada “Dinler arası diyalog, mezhepsizlik, Mehdilik ve tasavvuf karşıtlığı” gibi konularda reddiyelere başlarken çekincelerim olduğu için Üstadımıza soru sorduğumda “Şeytanın dostlarıyla savaşın, zira şeytanın hilesi çok zayıftır” (Nisâ Sûresi:76’dan) âyet-i kerîmesini okuyarak bu işi başlattı. Bu arada defaatle: “Acı da olsa hakkı söyle”, “Haktan susan dilsiz şeytan” hadîs-i şeriflerini okuyordu.


Mâlum çevreler insanların benim yayınlarıma yönelişinden rahatsız olarak geri çekilmem için birçok aracı koydularsa da ben hep mürşidimi dinledim. İnsanların bana olan teveccühünden rahatsız olan çevreler bu sefer Taraf gazetesine “Zorba Cübbeli” manşetini attırdılar, olmadı Yeni Şafak gazetesine “Provokatör Cübbeli” manşetini attırdılar, o da olmayınca internete benim zina yaptığım iddiasıyla bir kaset attılar, insanların ev adreslerine kadar gönderdiler, sokaklara saçtılar. Biz bunu emniyete şikâyet ettiysek de bir sonuç alamadık.


Şimdi de bu iftiralarla bizi içeri attılar. Herhalde dışarıda durdukça baş edemeyeceklerini anladılar ki tutuklama gereği duydular. Sizlerin de takdir edeceğiniz üzere ben geri çekilseydim yâhut “Yahudi-Hristiyanlar cennete girer” veya “Şîa da hak üzeredir” ya da “Ilımlı İslam projesine evet” yâhut Mehdilik iddia edenlere “Tabi ki sizden bal gibi Mehdi olur” deseydim ve sapık görüşlere sahip bazı ilâhiyatçılara teker teker cevap vermeseydim elbette ki şimdi zindanda olmazdım.


Başkaları bana atılı suçların hepsini işlese bile ceza almazken, biz yanımızdaki bazı kimselerin yanlışı yüzünden hapse atıldık. Ama bunda da hayır vardır. Her seferinde beni daha itibarla belâdan kurtaran Allâh bu sefer de bana şeref vermeye kādirdir. İlginç olan ise, ben reddiye yaptığım çevrelere özel hayatlarıyla ilgili bir tenkit yöneltmezken, onları defaatle davet etmeme rağmen ilmî sahada karşıma çıkamayıp hep bel altı vurmalarıdır.


İSMAİLAĞA ANALİZİ


Bu konuda ben bir tahlilde bulunmayayım ancak cemaatler üzerine birçok dosya hazırlamış gazetecilerden Nevzat Çiçek Beyefendi’nin tahliline katıldığımı bildireyim. Kendisi “-Politika Haber- Online BirGün” isimli sitede yayınlanan açıklamasında şunları söylemiş:
“İsmailağa’da Mahmut Efendi’nin yanlış tedavi edildiğini, yanlış ilaç verildiğini ve bu şekilde ayağa kalkmadığını biliyoruz. Mahmut Efendi’nin 2007’de bir şekilde ailesi tarafından kaçırılarak götürüldüğü hastanenin kurşunlandığını da biliyoruz.


Cübbeli Ahmed’e ait olduğu öne sürülen kasetlerin daha önce iki defa cemaatin bir hocasına da gönderildiğini ve: “Bunu cemaate söyle, Cübbeli buradan uzaklaşsın” dediğini bilmeyen yok.
Cübbeli’nin cemaat adına konuşmasından birileri rahatsız ve kullandığı uslup ve sağa sola sataşması kabul edilmiyor. İsmailağa’nın dizayn edilmek istendiğini biz iki değerli hocası Bayram ve Hızır hocaların öldürülmesinden biliyoruz. Bu bakımdan İsmailağa üzerinde Mahmut Efendi sonrasının hesapları yapılıyor. İsmailağa’nın sessiz, sakin kamuoyundan uzak bir şekilde varlığını sürdürmesi isteniyor ve öne çıkmaması ve hocalarından bazılarının itibarsızlaştırılması esas hedef.”


Evet! Anlaşılan o ki birileri beni bitirmeye karar vermiş. Ama onlara Abdülkādir-i Geylânî (Kuddise Sirruhû)nun “Yûsuf’un kardeşleri onu öldürmeye karar verdiler. Oysa Allâh indinde Mısır’ın azîzi ve nebîlerden biri olan kişiyi nasıl öldürebilirler?!” sözünü hatırlatırım.


Kimsenin ilâhi kadere itiraz gücü yoktur. Ben Mısır’ın azîzi değilim, olsam olsam İstanbul’un reziliyim. Ama şu âyet-i kerîmeyi unutmayalım: “Allâh’ın insanlar için açtığı rahmeti kimse tutamaz. Tuttuğunu da kimse salamaz.” (Fâtır Sûresi:2’den)


“Takdîr-i Hudâ kuvve-i bazu ile dönmez,


Bir şem‛-ı ki Mevlâ yaka bin bâd ile sönmez.”


MÜNÂCÂT


Bugün bana yakışan Yûsuf (Aleyhisselâm)ın zindanda yaptığı duaya devamdır ki bu duanın bana yönelik açılımı şöyledir:


“Rabbim! Onların beni davet ettiği (mülâyemetten, tahriften, tâvizden, Ehl-i Sünnet dışı fırkaları hak göstermekten, Ehl-i Kitap’ı hak üzere görmekten, cennete girmek için Müslüman olma şartı aramamaktan, sahâbeye sövmeye göz yummaktan, kader inkârına itiraz etmemekten, hakkı haykırmamaktan ve tüm bâtıl) şeylerdense hapis bana daha sevgilidir.


Sen onların hîlesini benden çevirmezsen ben de onlara meylederim ve câhillerden olurum. (Yâ Rabbi! Sen beni kaydırma, ayaklarımı sâbit eyle, tarafından bana rahmetini bahşeyle! Karşılıksız bolca veren Sensin ancak Sen!)”


ÖNEMLİ DUYURU!


Beni tehdit suçuyla şikâyet eden ve ırzıma taan eden (Yûşâ Tepesi’ndeki dualarıyla mâruf) Avni Özsalih ile, hakkımda uydurulan kaseti izleyip izlettikten sonra cemaatten dışlanmam için gayret gösteren ve konuşmalar yapan Selahaddin Hoca’ya hakkımı helal etmiyorum!


Benim kitaplarımdan yâhut sohbetlerimden istifâde edenlerden her kim bunların sohbetlerine giderse onlara da, insanı öğreticisine köle yapacak kadar kuvvetli olan ilim ve talim hakkımı haram ediyorum. Herkes istediği şahsı sohbet için seçme hakkına elbette sahiptir. Ben burada kimseye tahkir, tehdit ve tezyif kastetmiyorum ancak hakkımı haram etme hakkımı kullanıyorum. Allâh dünyada herkesin yolunu açık etsin, nasıl olsa âhiret geliyor!


TAKDİR VE TEKDÎR


Reddiye yaptığım çevrelerden Hayreddin Karaman ve Mustafa İslamoğlu’nun bazı gazetecilere gizlice “İyi ki bu işler başına geldi de biraz rahat ettik yoksa bizi mahvedecekti” dedikleri ve sevindikleri sağlam kaynaklardan kulağıma gelmiş bulunmaktadır.


Keşke onlar da yılladır kendilerine karşı en ağır dilde reddiye yaptığım Yaşar Nuri ve Zekeriya Beyaz Beyefendiler kadar âdilâne davranabilseydiler!


Rabbimiz “Bir kavme olan düşmanlığınız sizi (onlar hakkında) adâletli davranmamaya sevk etmesin. Siz (daima) âdil olun” buyurmaktadır. Bu noktada nefsânî duyguları bir kenara bırakıp dînî ve millî hassasiyetleri ön planda tutabilme erdemini gösteren sağcı-solcu-Alevî-Sünnî her fırkaya özellikle de Zekeriya Beyaz Beyefendi’ye şükranlarımı arz ederim!
Bak; ben İslam’da muteber olan üç yemin “Vallâhi, billâhi, tallâhi” diyerek Yüce Rabbime yemin ve kasem ediyorum ki bulûğa erdiğimden bugüne kadar benim sol tarafıma zina gibi büyük bir günah yazılmamıştır. Eğer böyle bir şey olmuşsa Allâh bana imanlı ölmeyi nasip etmesin! Senin çevrende kaç kişi bu yemini yapabilir?! Tabi imansız ölmeyi tehlike saymayanlar müstesnâ!
"Cübbeli Ahmet’e bu minvalde inanmayanlar aksi yönde ki inanışı için yemin etsin Yiyorsa #ibr "



Platinhaber.com

22 Aralık 2011 Perşembe

Peygamberimiz neden 63 yaşında vefat etti?

22 Aralık 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Sinn-i kemâl itibar olunan kırk yaşında nübüvvetin gelmesi ve ömr-ü saadetlerinin altmış üç olmasındaki hikmet nedir?

Elcevap: Hikmetleri çoktur. Birisi şudur ki: Nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Melekât-ı akliye ve istidâdât-ı kalbiyenin inkişafı ve tekemmülü ile o ağır mükellefiyet tahammül edilir. O tekemmülün zamanı ise kırk yaşıdır. Hem hevesât-ı nefsâniyenin heyecanlı zamanı ve hararet-i gariziyenin galeyanlı hengâmı ve ihtirâsât-ı dünyeviyenin feveranlı vakti olan gençlik ve şebabiyet ise, sırf İlâhî ve uhrevî ve kudsî olan vezâif-i nübüvvete muvafık düşmüyor. Kırktan evvel ne kadar ciddî ve hâlis bir adam olsa da, şöhretperestlerin hatırlarına, “Belki dünyanın şan ve şerefi için çalışır” vehmi gelir. Onların ittihamından çabuk kurtulamaz. Fakat kırktan sonra, madem kabir tarafına nüzul başlıyor ve dünyadan ziyade âhiret ona görünüyor. Harekât ve a’mâl-i uhreviyesinde çabuk o ittihamdan kurtulur ve muvaffak olur. İnsanlar da sûizandan kurtulur, halâs olur.

Amma ömr-ü saadetinin altmış üç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Şer’an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiçbir şeyinden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekremini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmış üçte Mele-i Âlâya gönderiyor, yanına alıyor, her cihette imam olduğunu gösteriyor. (Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
a’mâl-i uhreviye : âhirete ait ameller, işler, fiiller
âhiret : öldükten sonraki sonsuz hayat
Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
cihet : yön, taraf
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
gaflet : umursamazlık, dinin bildirdiği şeylere karşı duyarsız davranma hâli
Habîb-i Ekrem : Allah’ın sevgilisi ve insanlığın en şereflisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
halâs : kurtuluş
hâlis : içten, samimi
harekât : hareketler, davranışlar
hayır : iyilik, sevaplı amel
hevesât : gelip geçici arzu ve istekler
hevesât-ı nefsâniye : nefsin gelip geçici olan arzu ve istekleri
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
ittiham : suçlama
levha-i hikmet : faydalı bilgi tablosu
Mele-i Âlâ : en yüce mertebe
meşakkatli : sıkıntılı, zor
mu’cize : Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü hâl ve hareketler
murad : istenen, dilenen
musibet : belâ, sıkıntı
muvaffak : başarılı olma, erişme
muvafık : uygun
mükellef : yükümlü
ömr-ü galibî : çoğunlukla yaşanılan ömür süresi
ömr-ü saadet : mutlulukla geçen ömür, Peygamberimizin altmış üç yıl olan saadetli ömrü
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
sahih : sağlam, sağlıklı
sûizan : kötü zannetme
suret : biçim, şekil
şer’an : şeriata göre
şeref : yücelik, büyüklük
şöhretperest : şöhret düşkünü
tâbi olma : uyma
tâlik etme : bir yere asma
vehim : kuruntu, zan
vezaif-i nübüvvet : peygamberlik görevleri
ziyade : çok, fazla

17 Aralık 2011 Cumartesi

Erken-e-Kon’a karşı (Cübbeli Ahmet hoca) Rehin.

Ahmet Mahmut Ünlü (Cübbeli Ahmet hoca)
1) Uzun tutuklu sanıklarına kanun çıkarmazsın ha! Al senden içini yakacak biri cübbeli Ahmet’i içeri 3 senede çıkamasın restleşmesi.(imza: Mergenekon).Beraat edecektir ama uzun yargılama süresi yüzünden 4 veya 5 yıl içerde kalacak.
2)Bir olay olduğu zaman. Ben hemen şöyle derim. Baştan anlat. Sonuçlar insanı yanlışa götürür.
Mesela içeri girdin ve adamın elinde kanlı bıçak maktul yerde yatıyor. Aha sen öldürdün diyebilir misin? Belki adam maktulu kurtarmak için oradan gecen adam insaniyet namına kurtarmak için bıçağı çıkartı. Sonuç her zaman delil olmaz.
Niye diyorum bunu sunun için: gelip gecenin fotoğraf çektiği bir yer değil ki; polis hadi ben de çekeyim dememiş belli ki takip sonucunda polis geldi fotoğraf çekti. Teknik takip hem de fiziki takip ile yakalamış! Tamam, o kadın olan fotoğraf çektin ve yayınlatın. Önceki fotoğraflar nerde. İlk fotoğrafları soruyorum. Nerde telefon görüşmeleri de kayıt edilmiş. Tamam, ilk telefon konuşmaları nerde. Polis demedi mi? savcı hele hâkim bunu hiç mi soracak bir tecrübeleri yok mu idi.
Hele vakit gazetesi ve yazarı Hasan Karakaya. Hemen böyle zıplanır mı? Dur hele de ilk foto ve ilk telefon kayıtlarını ver hele de o zaman yaza bildiğin kadar sert yaz.
Ne demek istiyorum: şantaj yapan ve şoför, korumasının bu fotodan önceki fotoları ve teknik takibe takılmış 3 ay veya bir sene önce kiminle buluşmuş konuşmuş ve ne konuşmuşlar. Yok, biz en son konuşmalara bakarız demek doğru değil. Kiminle ne ayarladılar, senaryoyu kim yazdı. Onları Ahmet Mahmut Ünlü’nün yanına kim yerleştirdi. Kaç sene önce girdiler işe. İşe sokanlar başka bir istihbarata mı üye?
3)Seyide ve zekât gibi ulvi kelimeleri; ne kadar gözü dönmüş bir Müslüman olsa dahi kesinlikle bu tür ahlaksız işlerde söz konusu bile etmeyeceğini kim göz artı edebiliyor. Demek ki bu lafın bu tür işlerde kullanılamayacağını senaryoyu yazanlar bilmeyecek kadar yabancı ise bu tuzak yapancı bir elin parmağı olduğu açık.
Alıntı: not: Ahmet Mahmut Ünlü'ye ait olduğu öne sürülen görüntülere ilişkin bir soru üzerine de Dinç, söz konusu görüntülerin müvekkiline ait olmadığını, bu konuda emniyetin kendilerine verdiği bir rapor bulunduğunu söyledi.16.12.2011

11 Aralık 2011 Pazar

Kadınlar ne ister? Erkekler ne anlar?

Hiç şüphesiz hayatta mutlu evlilikler olduğu kadar mutsuz evlilikler de var. Hayatın en tecrübesiz dönemlerinde acemice verilen bir kararla oluşturulan birliktelikler, bir de ömür boyu sürecek düşüncesiyle işin içinden çıkmayı zorlaştırıyor. Uzman Psikiyatrist Dr. Hamdi Kalyoncu mutluluğun eğitiminin alınması gerektiğini söylüyor; "İnsanlar birçok şeyin eğitimini alırlar ama mutluluk eğitimleri yoktur. Amaç mutlu bir hayat yaşamaksa neden kimse mutluluğun eğitimini almaz?" Peki, iyi bir evlilikte neler olmalı? Özellikle kadınlardan beklentileri olan erkekler neler yapmalı, nelere dikkat etmeli? Kadınlar nasıl varlıklardır? Onlarla mutluluk nasıl yakalanır? Yani kadın nasıl yönetilir? Erkek nasıl yönetilir? Erkekler nasıl varlıklardır? İşte Kalyoncu bunların üzerine iki kitap yazmış. "Erkekleri Yönetme Sanatı" ve "Kadınları Yönetme Sanatı". Kitap sorunlara esprili bir dille yaklaşırken aynayı çiftlere çevirmeyi başarıyor. 'Yönetmek' denilince insanın zihninde önce olumsuz bir algı oluşuyor. Fakat burada yönetmekten kasıt huzurlu ve mutlu bir şekilde evliliği yönetmek anlamına geliyor... Ve başarılı bir tesbit...

Evliliklerin duygusal sebepler dışında bir takım farklı sebepleri olabiliyor. Hizmet görmek için, para, mevki ve şöhret için, ailesi zorladığı için evlenenler... Bunun gibi daha birçok nedeni sıralamak mümkün. Bu saydıklarımızdan herhangi bir sebeple evlenenleri başka durumlar bekliyor. Erkek, kadını sadece bir dişi olarak görüyor, kadın üzerinde sahiplik kurmak istiyor. Bu duygular davranışlara dönüştüğünde de kadın mutsuz oluyor. Evlenirken gerçek niyetini saklamak, düşünmeden söz vermek, evlendikten sonra eski alışkanlıklarını sürdürmek, 'sen anlamazsın' tavrı içinde olmak, eşine karşı ailesinin yanında yer almak veya pasif kalmak, eşine erkeklik taslamak, İş-güç yoğunluğu bahanesiyle evini ihmal etmek ve son olarak gereksiz ciddiyet... Bunların hepsi aslında evli çiftlerin yaşadığı sorunlar.

MUTLU BİR EVLİLİK İÇİN DOST OLMAK ŞART

Kadınlar için evlenme talebi daha çok korunma içgüdüsüne dayalı. Bunun yanında mutlu olmak için evlenenler de yine kadınlar. Evden kaçmak, hayatındaki prensi bulduğunu sanmak, gözü parada olmak, rahat etmek, sosyal baskılardan kurtulup dilediği gibi yaşama isteği, çocuk sahibi olma, yalnız kalmama arzusu, bir erkeğin himayesine ihtiyaç duyma ise diğer sebepler. Kadın ve erkeğin evlilik sebepleri, evlilikten sonra başka bir duyguya yenik düşüyor. Sahip olmak! Kadınlar, erkeğin hayatını kontrol altında tutmaya çalışarak, erkeği ruhuyla, bedeniyle, duygularıyla satın aldığını zannederek kendi kendilerini mutsuz ediyorlar. Erkeklerin eşlerini mutsuz etme yöntemleri ise; eşini ailesiyle kendisi arasında tercih yapmaya zorlamakla başlıyor. Eşi ile dost olamamakla devam ediyor. Erkeğin duyarsızlığı, kadındaki duygusal açlık, kıskançlık duygusu, Dr. Hamdi Kalyoncu tarafından tahammülsüzlüğe götüren sebepler olarak sıralanıyor.

TÜRK KADINININ ÇELİŞKİLERİ

Kalyoncuya göre; Türk kadını için sevilmek bir numaralı ihtiyaç. O sevilince mutlu, fakat sevince mutsuz oluyor. Kendisini dişiliği ölçüsünde değerli görüyor. Bakımlı olmasa da dişiliğine iltifat edilmesini istiyor. Onlar için hayatın anlamı daha çok evlilik. Evlendiği erkeği mal varlığı, bedeni ve duyguları ile satın almış gibi davranıyor ama kendisini onun karşısında güçlü kılacak bir donanıma sahip değil. Kadın, evlilikteki başarısını erkek üzerindeki hâkimiyette görür, hâkim olmadığı zaman kendisini başarısız ve mutsuz hissediyor. Çünkü kadın için evlilik rahat etmenin en kestirme yolu. Yeterince rahatlık getirmeyen evlilik, bahtsızlık olarak görülüyor Kalyoncu'ya göre..

Erkeği yönetmek için

ERKEKLER HANGİ KADINI DAHA ÇOK SEVER?

Erkek kendisini sahiplenmeyen kadını daha çok sever

Erkek kendini rahat bırakan kadını daha çok sever

Erkek mutlu görünen kadını sever

Erkek takdir eden kadını sever

Pohpohlayan kadını daha çok sever

ERKEĞİN KADINDA GÖRMEK İSTEMEDİĞİ

Sürekli sorgulayan denetleyen kadın

Mutsuz görünen kadın

Kıymet bilmeyen kadın

Emredici görünen kadın

Yaşadığı şartlardan memnun olmayan kadın

Erkeğin ailesini eleştiren kadın

Özgüveni olmayan kadın

Erkeğin yaptıklarını mecburiyet sayan kadın

Haklı çıkmaya çalışan kadın kaybeder

ERKEĞİ YÖNETMEK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER

Erkeğinizi sık sık takdir edecek vesileler aramalısınız.

Hobilerine izin verin hatta destekleyin.

Mutlu olduğunuzu gülen yüzünüzle gösterin.

Ona her zaman dost olacağınızı hissettirin.

Hayır demesine izin verin.

Hatalarından istifade edin.

Evde kadın yatakta dişi olduğunuzu gösterin.

Yaşadığınız günün tadını çıkarın

Kadını yönetmek için

Takdir edin, şevki artsın!

İltifat edin mest olsun!

Kırıldıktan sonra değil, kırılmadan önce ödüllendirin coşsun!

Onunla biri ile çıkar gibi çıkın ki romantizm olsun.

Sözünüzü tutun ki eşiniz sözde değil özde erkek birlikteliğinin tadını alsın.

Kadının mutluluğu hem erkeğin hem de toplumun mutluluğudur.

KADINI YANLIŞ YÖNETMEK

Sizi sevmeyen kadını yönetemezsiniz

Tanımadığınız kadını yönetemezsiniz

Zorla olmaz

Aşağılayarak yönetemezsiniz

KADINI YÖNETMENİN KURALLARI

Önce tanıyın. Sonra mutlu edin, kadın mutlu edilerek yönetilir. İstediklerini peşin verin, rahat olsun. Onu dinleyin ki o da sizi içtenlikle dinlesin. Onu önemsediğinizi gösterin ki sizi saygıdeğer bulsun.

Yeni Şafak / Dini Haberler
Kadın cemalin, Erkek celâlin aynasıdır.

1 Aralık 2011 Perşembe

kırşehir depremi 1938


Vefat edenlere rahmet, kalanlara hakikatli ömürler dilerim. Saf, temiz, iffet, ahlak, şükretme, merhametli, iyi kalpli, hasiyetli, iyilik getiren, uğurlulukta zamanımızın kaç kişisi onların tırnağı bile olamaz. Zamanımızın insanlarının yaptığı hep şikâyet şükretmesi gerekirken.
Sizi şeref madalyası olarak kalbime taktım bilesiniz.