31 Ekim 2011 Pazartesi

Kadınlardaki bu cesaret nerden geliyor?

GÜZEL BİR YAZI: Birbirini seven çiftlerin, birbirlerine nasıl davranacaklarını bilmediklerinden dolayı boşanıyorlar. Boşanma konusunda aksine kadınlar daha gözü kara. İşte 10 önemli sebep? Hemen her gün gazetelerde ülkemizde ki boşanma artışları ile ilgili haberler çıkıyor.Boşanma konusunda benim dikkatimi çeken şey: "Kadınlardaki gözü kara cesaret." Bana gelen maillerin çoğunda kadınlar sorunları anlatıp "Bunların çözüleceğine inanmıyorum, boşanmayı düşünüyorum." derken erkekler ise sorunları yazıyorlar arkasına "Boşanmayı düşünemiyorum bile çocuklarım var." diyorlar. Toplumda genel bir yargı vardır: Pek çok kadın çocukları için kötü giden evliliğe katlanıyor. Oysa ben bunun tam tersi bir manzara görüyorum. Çocuklarının hatırı için evliliğini sürdüren çok erkek var. Erkekleri anlamak zor değil. Yaratılıştan gelen koruma duyguları ile çocuklarının huzursuz da olsa aile ortamında büyümelerinin daha iyi olacağını düşünerek kolay kolay boşanma kararı alamıyorlar. Ya da mükemmel kadını bulamayacaklarını düşündüklerinden evliliği sürdürmeyi tercih ediyorlar. Peki kadınlardaki bu cesaret nerden geliyor? "Mükemmel Adam" ı bulacaklarına olan inançları mı? Biliyorum ki çoğu, evlilikte duygusal ihtiyaçları karşılanmadığı için ayrılmak istiyor; ama boşanma sonrası istedikleri gibi bir hayat onları bekliyor da bunun için mi bu kadar çabuk karar verebiliyorlar? Çalışan hanımların artmasıyla ekonomik özgürlük diyeceksiniz belki; ama çalışmayan hanımlarda da aynı cesaret var. Kadın: "Pazarda limon satar yine kocama eyvallah etmem." diyor. Evlilik; kadının erkeğe maddi olarak ihtiyacı olduğu için devam eden bir kurum olmamalıdır. Herkesin bir şekilde karnı doyar. İki tarafın birbirine maddiyattan çok, bedenen ve ruhen sukûna erme, sevme ve sevilme gereksinimi için ihtiyacı vardır. Erkek için yalnızlık zordur; ama bir kadın için yalnızlık daha da zordur. Kadında bağlanma ihtiyacı çok güçlüdür. Medya tarafından kadınlara özgürlük gazı pompalanıyor. Kadın kocası ile sorunlarını anlatırken arada bir ağzından "özgürlük" sözcüğü kaçıyor. "Ama ben de özgürüm" Kadın; fıtratından gelen bağlanma arzusu ile evliliğinde kök salmak isterken, bir yandan da özgürlük ateşi ile uçmaya çalışırken, çırpınıp duruyor. Ne kök salabiliyor, ne de doğru düzgün uçabiliyor. Her şeyi bırakıp uçtuğunda da genellikle mutsuz oluyor. Günümüzde boşanmalarda benim gözlemlediğim en önemli sebepler şunlar: 1-Kadınların erkeklerle iktidar mücadelesine girmesi: Kadın ezilme korkusuyla, eşitlik ve özgürlük adına "benim dediğim olacak" davasında evliliğini kaybediyor. 2-Aldatma: Toplumda çok fazla bekar ve dul hanım var. Böyle olunca erkekler için, eşi dışında çok fazla seçenek ortaya çıkmış oluyor. Bu seçenekler ve onlar tarafından talep görmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Evde de karısı ile sorunları olan erkeğin başka bir kadına kapılması pek de zor olmuyor. Sonrasında dağılan yuva ve erkeğin pişmanlığı pek bir işe yaramıyor. Sanal arkadaşlıklar da aldatma olaylarını artırıyor. 3-Cinsel sorunlar: Boşanmalarda çok önemli bir etken. Bizim toplumumuzda cinsel konular "ayıp" olarak görüldüğü için karı-koca cinsel sorunları uzmanlarına gidip çözmeye çalışmak yerine, birbirlerine eziyet haline getirip sonunda boşanıyorlar. Fakat cinsel sorunlar boşanma davalarına yine "ayıp olmasın" diye "şiddetli geçimsizlik" olarak yazılıyor. 4-Ailelerin etkisi: Genellikle erkeğin ailesinin boşanmalarda etkisi konuşulur bu doğrudur; ama günümüzde kadının ailesinin de erkeğin ailesi kadar, boşanmaları tetikleyici etkisi var. Kız anneleri kızlarının evliliklerinde çok fazla müdahiller. Kızının akşam yemeğinde ne pişireceğine bile kendisi karar veren anneler var. Özellikle kızlarını okutmuş aileler "Biz kızımızı, koca kahrı çeksin, diye okutmadık." diyerek kızının evliliğinde onun yaptığı hatalarını görmeden, boşanmasına sebep olabiliyorlar. 5-İletişim Hataları: Kadın-Erkek yaratılış farklılıklarına baktığımız zaman kadın ve erkek arasındaki iletişimin de farklı olması gerektiği ortaya çıkar. Bu bilinmediği zaman sorunlar boşanmaya kadar götürüyor. 6-Maddi sebepler: Çalışan hanımlarda "benim de param var" davası, çalışmayanlarda ise "kimseden geri kalmama" derdi ile aşırı tüketim arzusu yine karı koca arasında önemli bir sorun haline geliyor. 7-Yola getirme taktiği: Aileleri boşanmalara götüren en önemli sebeplerden biri de budur. "Boşanalım" diyen taraf, bunu gerçekte istemiyordur; fakat karşısındakini yola getirmek için bir taktik olarak kullanır. "Benim istediğim gibi olmuyorsan, ayrılalım o zaman." taktiği, genellikle tehdit eden kişinin elinde patlar. Bu taktiği kullanan erkek sayısı azdır; daha çok kadınlar tarafından kullanılır. "Annemin evine giderim, ayrılırım, çocuklarını göstermem..." gibi tehditler, bir gün gerçeğe dönüşür. Özellikle kocası çocuklarına düşkünse, kadın bunu koz olarak kullanıp, erkeğin çocuklarını kaybetmek istemeyeceğini düşünerek tehdit ve şantajla kocayı yola getirmeye, kendi istediği gibi bir koca yapmaya çalışır. Fakat iyi bir metot değildir. Kavgaların getirdiği kırgınlık ve kızgınlıkla birlikte boşanma inatlaşmaya dönüşüp inadına boşanılır. İnadına boşanan kadınlarda genellikle şu duygu vardır: "Benim gibisini bulamaz, gelip ayaklarıma kapanır." Fakat çoğu zaman durum böyle olmaz. Boşanma aşamasında erkek kadından iyice bıkmıştır; geri dönmeyi düşünmez, kısa zamanda başkasını bulup evlenir. Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Kadına geride geç kalmış bir pişmanlık, çocukları ile hayat mücadelesi kalır. 8-El ne der diye boşanmak: Özellikle aldatılan kadınlar, aldatma olayı etraftan duyulduysa evliliğini sürdürmek istediği halde, sırf başkaları ne diyecek, "Kocası aldattı; ama sesini çıkarmadı, yuttu." diyecekler diye kınanmamak için ayrılabiliyorlar. Oysa boşandıktan sonra bu kez başka sebeplerle "el ne der" diye rahatsız olacaklardır. 9-Hayalindeki eşi bulmak için: Aşk dizileri ve filmleri yüzünden, oradaki aşklar gibi bir aşk yaşama ve oradaki gibi bir sevgili-eş bulma hayali. Daha çok kadınlarda görülüyor. Kadın "Eşime baktığım zaman içim titresin istiyorum." diyor; ama içini titretecek erkek bulma hayali, çoğu zaman, yalnız yataklarda üşüme, şeklinde son bulabiliyor. Romantizm arzusu da boşanmalarda önemli bir etken oldu artık. 10- Haklı sebepler ile boşanmak: Bazı durumlarda boşanmak gerçekten gerekir. Nasıl kangren olmuş kolu kesmek gerekiyorsa. Alkol,kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklar, cinsel sapkınlıklar, sevgisizlik, taraflardan birinin diğerine hayatı zindan etmeye kararlı oluşu, bir tarafın ısrarla ayrılma isteği...gibi sebepler olduğunda boşanmak kaçınılmaz olur. O zaman kimsenin kimseye diyecek sözü olamaz. Fakat en üzücü olan; birbirini seven çiftlerin, birbirlerine nasıl davranacaklarını bilmediklerinden dolayı boşanmalarıdır. O zaman evlilik eğitimlerinin gerekliliği ortaya çıkıyor. Aile kurumunu korumak, şiddeti ve boşanmaları azaltmak için hem devletin hem de özel kuruluşların evlilik eğitimleri yapması gerekiyor. Yoksa bu gidişle Avrupa'yı bile geride bırakacağız gibi görünüyor. Ben bir kaç yıldan beri bu konuda sayısını hatırlamadığım seminerler verdim, evlilik okulları yaptım. Fakat bu eğitimlerde ulaşabildiğimiz kişi sayısı sınırlı. Şimdi daha geniş kitlelere ulaşmak amacı ile evlilik okullarına gidecek zamanı ve imkanı olmayanlara da ulaşalım diye www.cocukaile.net internet sitemizde "Evlilik Okulu" yapmaya başladık. Herhangi bir ücreti yok. Evli, bekar, kadın, erkek, herkes katılabilir. Verilen ödevleri yapacak, işi ciddiye alacak olanları okulumuza bekliyoruz. kaynak: Sema Maraşlı / Haber 7 semamarasli@gmail.com www.cocukaile.net

Kaçıncı insansınız bilmek ister misiniz?

7 milyarıncı insan bugün doğdu, 6 milyarıncı insan kimdi, 8. milyarıncı insan ne zaman doğacak? Peki, siz dünyada doğan kaçıncı insansınız, bilmek ister misiniz? Birleşmiş Milletler tahminlerine göre dünya nüfusu bugün itibarı ile 7 milyara ulaşacak. 31 Ekim Pazartesi dünyaya gelen yaklaşık 382 bin bebekten biri 7 milyarıncı insan olacakmış. Bazı nüfus uzmanına göre yedi milyarıncı insan, büyük olsalılıkla, dünyanın en yüksek doğum oranına sahip ülkesi Hindistan’da doğacak. Hindistan şu anda dakikada 51 bebeğin doğması oranıyla dünyanın ilk sırasında. Türkiye’de saatte 150 bebeğin dünyaya geldiğini söyleyeyim de aradaki fark anlaşılsın. Elbette yedi milyarıncı insan, dünyanın halen en kalabalık ülkesi Çin’de, ya da Nijerya’da, Guatemala’da hatta Türkiye’de de doğabilir. Bir ülkede doğan tek bir bebeğe yedi milyarıncı insan demek tamamen sembolik ve kurgusal bir karar. Hergün dünyada on milyonlarca yeni bebep dünyaya geliyor. BM Nüfus Fonu, 7 milyar eşiği için en isabetli ihtimal olarak 31 Ekim tarihini belirledi. Bugünün Cadılar Bayramı olması ise sadece bir tesadüf olmalı. Ancak Cadılar Bayramının çıktığı ülke ABD’nin resmi nüfus dairesine göre ise 7 milyarıncı insan Mart ayında doğacak. BM nüfus tahminleri şefi Gerhard Heilig, kendi tahminlerinin yüzde 1-2 hata payı olduğunu söylüyor. Yani aslına bakarsanız, bugün dünya nüfusu 7 milyarın 56 milyon daha azı ya da daha fazlası da olabilir. Kesin olarak dünyada kaç insan olduğunu Allah’tan başka kimse bilmese de her halükarda 7 milyar civarındayız artık. 10 bin yıl önce 5 milyon insan vardı Bundan yaklaşık 10 bin yıl önce dünya üzerinde hepi topu 5 milyon insandık. Mısır’da ilk firavunluklar oluştuğu zaman nüfusumuz 15 milyondu. Hz İsa (AS) dünyaya geldiğinde 200 milyon kişiydik, Hz Muhammed (SAV) dünyaya geldiğinde 300 milyon... Küredeki insan nüfusu 1800 yılı civarı 1 milyara ulaştı. Yani, rahip Thomas Malthus’un insan nüfusunun sürekli olarak savaşlar, salgın hastalıklar ve kaçınılamaz kıtlıklar yüzünden belli sayıyı geçemeyeceği tezini işlediği ünlü makalesini yayınladığı 1798’den birkaç yıl sonra... 6 milyarıncı insan Saraybosna’da doğdu 1 milyar eşiğinden sonra ikinci milyar eşiğine ulaşmamız 100 yıl sürdü. 1920’lerin sonuna doğru 2 milyar sınırını geçtik. 1960’ta 3 milyar olduk. Paul Ehrilch, nüfusun aşırı artışı nedeniyle yüz milyonların açlıkta öleceğini iddia ettiği ünlü ‘nüfus bombası’ makalesini yazdığında 3,5 milyardık. 1950’lerde 3 milyar iken sadece 750 milyonumuz şehirlerde yaşıyordu. Derken, insanlık tarihinin en dramatik sosyal değişimlerinden biri başladı. İnsan soyu kırsaldan şehre kitlesel şekilde göç etmeye başladı. 2009 yılında 3,5 milyar insan şehirlerde yaşıyordu. BM, 2050’de 6,3 milyarın şehirlerde yaşayacağını söylüyor. O zamandan beri de her 12-13 yılda bir milyar daha artıyoruz. BM’e göre 12 Ekim 1999 tarihinde 6 milyar olduk. O gün Saraybosna’da doğan Adnan Mevic, 6 milyarıncı insan kabul edildi. Hatta dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan, hastanede Mevic’i insanlık adına bir basın ordusuyla karşılayarak selamladı. 12 yaşındaki Adnan’ın da Koffi Annan’ın da artık nerede olduğuyla pek ilgilenen kimse yok. Çok şükür BM, son milyarlarda gelenekselleşen o töreni bu kez yapmayacak ve herhangi bir çocuğu 7 milyarıncı ilan etmeyecek. Ama bugün bebeği olan anne babalar üzülmesin. BM numara vermiyorsa BBC veriyor. BBC News web sitesi ilginç ve harikulade bir hizmete imza atıyor. http://www.bbc.co.uk/news/world-15391515 adresinde, doğum tarihinizi girdiğinizde size doğduğunuz sene kaçıncı insan olduğunuzu ve insanlık tarihinde kaçıncı insan olduğunuzu söylüyor. Elbette ki bilimsel bir kesinliği yok ama nasıl bir küsuratta olduğumuzu öğrenerek egomuzu biraz törpülemenin de zararı yok. Bütün insanlık Türkiye’ya sığabilir 7 milyar insan çok görünebilir. Ama dünyanın yüzeyine göre düşünüldüğünde aslında o kadar da kalabalık değiliz. Eğer, İstanbul’daki yerleşim yoğunluğunda yerleşirsek 7 milyar insan Türkiye’ye rahatlıkla sığar yaşarız. Sığırları ve koyunları komşu ülkelere göndermek şartıyla. Peki bütün insanlığı İstanbul’a toplamak mümkün mü? Evet, omuz omuza durmak şartıyla bütün insanlık İstanbul’a sığar. Bütün siyasi partilerin o hep rüyasını gördüğü miting meydanı oluşur. İnsanoğlunun yüzde 60’ı Asya’da yaşıyor 1,3 milyarlık Çin ve 1,2 milyarlık Hindistan, Asya’yı dünyanın en kalabalık kıtası yapıyor. Pakistan, İran, Endonezya, Japonya ve katarsak Türkiye gibi ciddi kalabalık ülkeler de Asya’yı dünyanın ağırlık merkezi yapıyor... Ancak dünyada nüfusu en hızlı artan kıta şu anda Afrika. 1 milyar kişinin yaşadığı kara kıtanın yıllık nüfus artış oranı yüzde 2.3 seviyesinde. Yüzyılın ortasına kadar 2 milyar sınırını geçecek. Avrupa 800 milyon insanımıza ev sahipliği yaparken, Latin Amerika ve Karayipler’de 600, Kuzey Amerika’da 500 ve Okyanusya’da 35 milyon insan yaşıyor. Yüzyılın başında dünyada ciddi bir çoğunluk oluşturan Batı, 21’nci yüzyılda dramatik br gerileyiş yaşayacak. 2050’de Batılılar dünya nüfusunun sadece yüzde 12’sini oluşturacak. Avrupa’daki nüfus artışının da büyük bölümü göçlerden kaynaklanıyor. Allah’ın işi işte dünyadaki kadın sayısı ve erkek sayısı nerdeyse eşit. Dünyada şu anda 100 yaşından büyük 390 bin kişi yaşıyor. 90 yaşından büyüklerin sayısı 13 milyondan fazlayken, 50 yaşından büyüklerin sayısı 1,5 milyar. İnsan soyunun ömür ortalamasının 50’yi geçmediği binlerce yılı düşününce etkileyici rakamlar bunlar... İnsanlar 21’nci yüzyılda primat gibi değil bakteri gibi çoğaldı Yavaş doğumuyla diğer memelilerden ayrılan insanlığın 20’nci yüzyıldaki bu keskin nüfus yükselişi dikkat çekici. Edward Wilson, 1993’te Time dergisinde yayınlanan ünlü makalesinde insanlığın bu nüfus artış hızıyla, primattan çok bakterilerin çoğalmasını andırdığını söyledi. Yeryüzünde hiçbir canlı türü, tarih boyunca insaoğlunun 20’nci yüzyıldaki nüfus artışı gibi katlanarak büyüyen bir nüfus artışı sergilemedi. Biyolojist Steve Jones da, Daily Mirror’a yaptığı açıklamada, hayvanlar alemi kuralları gözönüne alındığından insanoğlunun, olması gerekenden 10 bin kat sıklıkla görülen bir canlı olduğuna dikkat çekiyor. Bunun en önemli nedeni ise, insan soyunun tarımla kendi yiyeceğini kendisinin yetiştirebilmesi. Sosyologlara ‘la havle’ çektiren Jones’a göre tarım olmasaydı, dünyadaki insan nüfusu şu anda 500 bini zor geçerdi. La havle ve la kuvvete... Bir sonraki milyar dönümü ne zaman? Peki bu yükseliş nereye gidecek? İşte burada ilginç bir dönüşüm daha ortaya çıkıyor. 8 milyarıncı insanın 14 yıl sonra 2025’te doğması bekleniyor. Hindistan da o günlerde dünyanın en kalabalık ülkesi ünvanını Çin’den alacak. Doğumların büyük çoğunluğu dünyanın en fakir ülkelerinde meydana gelecek. Avrupa nüfusu daha da azalacak. Bir sonraki milyar eşiğine yani 9 milyara ise insanlığın ulaşması 25 yıl alacak. Çünkü dünyada doğum oranı genel olarak azalmaya başlayacak. Çin, Japonya ve birçok Avrupa ülkesinde hali hazırda doğum oranı, nüfusu artıramayacak kadar düşmüş durumda. 9’dan sonraki milyara ulaşmamız ise 30-50 yıl alacak. BM öngörülerine göre 2100 yılına doğru 10 milyar olacağız. İkinci yeşil devrime ihtiyaç var Milyarlarca insanı doyurmak her geçen yıl daha büyük bir soruna dönüşüyor. Bill Gates ve diğer birçok kişiye göre, gelecek on yıllarda dünyayı doyurmak için ‘ikinci yeşil devrim’ kaçınılmaz bir zorunluluk. 1950-1990 arasındaki birinci yeşil devrim, dünya tahıl üretimini her yıl ortalama yüzde 2 artırmıştı. Ancak küresel ısınma, son yıllarda buğday, pirinç ve mısır üretimini oldukça olumsuz etkiliyor. Birinci yeşil devrimi mümkün kılan şeylerin başında fosforlu gübre kullanımı geliyordu. Ancak aşırı fosfor tüketimi, dünyadaki fosfor stoklarını eritti. Foreign Policy dergisi, yaşanan büyük fosfor kıtlığını, insanlığın farkında olmamasına rağmen yaşanan ‘en ciddi doğal kaynak kıtlığı’ olarak nitelendiriyor. Petrol, su ve tarıma elverişli alanda her geçen gün daha da artan kıtlıklar da tarımı büyük tehlikeye düşürüyor. Bütün bunlar da bizi Malthus’a geri getiriyor. Öngörülerinin büyük bölümü kısa vadede yanlış çıktı. Ancak, ‘’insan nüfusunun da bir sınırı var, bu sınırı durduracak sebepler var’’ tezi belki de doğru. 7,8,9, 10 milyar derken belki de bu sınırın ne olduğunu göreceğiz. Allah sonumuzu hayır etsin... kaynak:Cemal Demir - Haber 7 http://www.haber7.com/haber/20111031/Kacinci-insansiniz-bilmek-ister-misiniz.php cemaldemir111@gmail.com

27 Ekim 2011 Perşembe

Çankaya'da komutanlarla birlikte 'La ilahe illallah' çektik

Diyanet İşleri eski Başkanı Tayyar Altıkulaç'ın kaleme aldığı ve Ufuk Yayınları'ndan çıkan 1400 sayfalık 'Zorlukları Aşarken' adlı 3 ciltlik kitapta birbirinden çarpıcı anılar yer alıyor
27 Ekim 2011 Perşembe, 11:04:15
Çankaya'da komutanlarla birlikte 'La ilahe illallah' çektik


Diyanet İşleri eski Başkanı ve AK Parti kurucu üyesi Tayyar Altıkulaç'ın kaleme aldığı ve 3 ciltten oluşan 'Zorlukları Aşarken' adlı kitapta, Türkiye'nin yakın siyasi dönemine de ışık tutan birbirinden çarpıcı anılar yer alıyor. 1978-1986 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı yapan Altıkulaç, 12 Eylül askeri yönetimi döneminde bu görevi sürdürdüğünün altını çiziyor ve ekliyor: ''Görev hayatım boyunca hiçbir siyasi harekete yakınlık duymadım. İnandığım doğruları yapabilmek için günlerim hep sıkıntı ve stres içinde geçti. Bazı hırçın siyasetçiler karşısında tabir caizse 'kelle koltukta' görev yaptığım günler yaşadım. Partiler üstü konumumuz sebebiyledir ki Necmettin Erbakan hareketine destek vererek siyaset yapan ve görev yerini adeta seçim bürosuna çeviren din görevlilerine de hiç müsamaha göstermedim.''
Ufuk Yayınları'ndan çıkan 1400 sayfalık kitapta neler yok ki? 12 Eylül döneminde Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le aralarında nasıl diyaloglar geçti? Necmettin Erbakan'ın vaizlerden isteği neydi?Canlı yayınlanan mevlid programlarıyla ilgili TRT'den 'yok artık' dedirtecek ne gibi talepler geldi?

ÇANKAYA KÖŞKÜ'NDE LA İLAHE İLLALLAH SESLERİ
Dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren'in eşi Sekine Hanım 3 Mart 1982'de vefat etmişti. Sekine Hanım'ın defnedildiği gece Çankaya Köşkü'nde hatm-i şerif indirilmişti. O gece Çankaya Köşkü'nde dönemin Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç da hazır bulunmuştu: ''(...)Sıra hatim duasına gelmişti ki aynı zamanda ilahiyat fakültesi mezunu da olan Kenan Evren'in başyaveri Albay Cevat Erten beklememiz gerektiğini söyledi. Kendisine ne kadar bekleyeceğimizi sordum. İçerideki salonda hanımların 150 bin veya 250 bin kelime-i tevhid çekmeye başladıklarını, ancak ne kadar süreceğini bilmediğini söyledi. Hanımların yanına gidip, geldi, söylediğine göre kalan kelime-i tevhidleri onların bitirmesi için bizim uzun süre beklememiz gerekebilirdi. Hanımlar kabul ederse kendilerine yardımcı olabileceğimizi söyledim. Nasıl, diye sorulması üzerine onların yaptığı işi burada bulanan herkesin yapabileceğini, bu taktirde kalan kelime-i tevhidleri kısa zamanda hep birlikte bitirebileceğimizi söyledim. Teklifim kabul edildi.'' Peki bu iş nasıl olacaktı? Altıkulaç devamını şöyle anlatıyor: ''Bir yerlerden tesbihler getirildi. Orada bulunan komutanlar dahil hepimiz köşk için bu olağan dışı ve bir o kadar samimi hava içinde kelime-i tevhid çekmeye başladık.'La ilahe illallah, la ilahe illallah...'Okunan kelime-i tevhidleri not etmek görevini de Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer'e vermiştik. Nejat Paşa elindeki deftere yüz sayısını tamamlayanlardan aldığı sonuçları kaydediyor, yüzü tamamlayan ikinci ve üçüncü yüze başlıyor; 'benden yüz', 'benden üç yüz' diye verilen rakamlar paşanın defterinde birkiyordu. Nihayet kısa zamanda bu program da tamamlandı, hatm-i şerifin ve kelime-i tevhidlerin dualarını yaptık.''

EVREN: KURAN'IN MEALİNİ OKUDUM HATİM OLUR MU HOCAM?
Altıkulaç, eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in ve konsey üyelerinin inançlı, dine bağlı ve dini değerlere saygılı komutanlar olduğunu söylüyor. Kenan Evren'le yaşadığı bir telefon görüşmesini ise şöyle anlatıyor: ''Telefonda Kenan Evren Paşa Ramazan ayı boyunca Kuran'ı Kerim mealini okuduğu ve bitirdiğini söyledi. Sonra da bana bunun hatim yerine geçip geçmediğini sordu. Ben de hatim sözcüğünü terim olarak Kuran'ın asıl metninin başından sonuna kadar okunması için kullanıldığını, ancak Kuran okumaktan asıl maksadın onu anlamak olduğunu, inşallah meal okuyarak sevabı daha çok bir iş yapılmış olabileceğini bu hatme de pekela 'meal hatmi' denilebileceğini söyledim.O da bu cevaptan memnun olup teşekkür etti.''

Tayyar Altıkulaç, kitabında TRT yönetimi ile zaman zaman gerilimli günler yaşadıklarını anlatıyor. Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkanlığı yaptığı dönemde, ''TRT Genel Müdürü Macit Akman tarafından televizyondan canlı yayınlanan mevlid programlarıyla ilgili başbakanlığa bir öneri yazısı gönderildi'' diyor ve ekliyor: ''Yıl 1982'ydi. TRT bu yazısı ile tam bir maskaralık örneği vermişti. Bu yazıda neler mi ileri sürülüyordu? Bu programlardan alınan tespitler hiç iç açıcı değilmiş ve memleketimiz için son derece kötü propagandaya imkan verecek nitelikteymiş. Cemaatin kılık kıyafeti iyi değilmiş. Küçük çocuklar camiye alınıyormuş. Bazı kimselerin giydikleri takke görüntüleri de olumsuz örneklerdenmiş. Kameraya bakanlar oluyormuş. Okunan ilahiler düşündürücü imiş, hristiyanların kurallarını andırıyormuş. Bu mahzurları da ortadan kaldırmak için İstanbul ve Ankara'da 5-6 camide mevlid çekimi yapılmalı, bu çekimler denetlendikten sonra ihtiyaç anında yayına konulmalıymış. TRT'nin bu yazısında önemli olan başbakanlığın onu benimsemiş olarak başbakan adına müsteşar Erdoğan Yazıcı imzasıyla ve emir üslubuyla bize tebliğ edilmesiydi.'' Altıkulaç dönemin devlet bakanı Mehmet Özgüneş'e canlı yayından vazgeçmenin, kandil gecesinden aylar önceki bir tarihte camilerde okunacak mevlid programlarında 'Aziz cemaat bu gece mirac kandili, beraat kandili, kadir gecesi...' diye konuşma yapmanın saçmalığını anlatmaya çalıştığını söylüyor: ''Bakan da benden farklı düşünmüyordu. Uygulamanın sakıncalarını ortaya koyan yazımızı TRT'den sorumlu Devlet Bakanı İlhan Öztrak'a ilettik. İtirazımız olumlu bulundu ancak bu kez başbakanlık yine devreye girdi ve emirlerini yeniledi: 'Mevlid içinde ilahi ve kaside okunmayacak; mevlidhanlar 'medet ya resulallah', 'şefaat ya resulallah' demeyecek; cemaatin 'Allah' diye bağırması önlenecek.' Emir yasızı uzayıp gidiyordu. Altıkulaç son çare olarak Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in kapısını çaldığını söylüyor ve sorunu Evren'in 'Böyle saçma şey olur mu?' sözüyle çözdüklerini belirtiyor.

Altıkulaç kitabında sık sık yıldızının barışmadığı Necmettin Erbakan'a da yer veriyor: ''(...) 1974 yılı başlarında Bülent Ecevit'in başkanlığında kurulan 37. hükümetin göreve başlaması sonrası din görevlileri ve din eğitimi kurumlarıyla ilgili federasyonlar hem Başbakan Ecevit'i hem de Başbakan Yardımcısı Erbakan'ı tebrik ziyaretinde bulunmuşlardı. Erbakan'ı ziyarette yaşananları o gün orada bulunan Din Görevlileri Fedrasyonu Başkanı Dr. Fahri Demir'in yazıya dökmesini rica ettim.''Dr. Demri yasızında o gün yaşananları şöyle anlatıyor: ''Hoş beşten sonra Erbakan konuyu açtı ve 'Davamızı yüklenen bir teşkilat çıktığına göre artık hepinizin desteğini bekliyoruz' dedi. Biz bu sözlere itiraz ettik, 'Hocam biz cemaatimize dini anlatalım, partilerden birini tercih edersek cemaat arasında ayrılık çıkar. Bu doğru olmaz' dedik. O ise, 'Sizin dediğiniz gibi anlatılan din, din olmaz. Tıpkı gagası, tüyü, teleği olduğu halde içi saman dolu kuşun, kuş olmadığı gibi' dedi. Bu böyle olmayacaktı. Uygun bir zamanda tekrar bir araya geliriz dedik. Çorum milletvekili Turan Utku'nun evine davet edildik. Erbakan çareyi görüşme üslubundan emir üslubuna çevirmişti. Rıza Selimbaşoğlu'na hitaben, 'Senin işin ne? Diyanet'te özlük işleri müdürü değil mi? Şimdi sana emir veriyorum, bir yere imam mı tayin edeceksin? O imamı tayin ederken onun Milli Selamet davasına kaç rey getireceğini hesabını yapacaksın' deyiverdi. Bu sözler karşısında şaşırmıştık. Sonra da şunları söyledi: 'Vaiz efendi 50 dakikalık vaazın 5-10 dakikasını ayet, hadis ne okuyacaksa okuyup manalarını verecek, geriye kalan zamanı bu dava için kullanacak. MSP'nin adını söylemeyecek ama onun konuşmasını dinleyen cemaat, bütün bu sözlerin MSP'yi desteklemek için söylenmiş sözler olduğu sonucunu çıkartabilecek.''
kaynak:habertürk

18 Ekim 2011 Salı

Saltanat lojmanları

Kanunlar esnetilerek korumalar, araçlar ve astronomik maaşlarla "emeklilik saltanatı" süren generallerin, lüks lojman ayrıcalıkları da ortaya çıktı.

Bugün gazetesinin haberine göre, emekli paşalar için orduevi arazilerine kanun ve yönetmelikler esnetilerek inşa edilen dairelerin her birinin devlete maliyeti 2.2 milyon dolar. Bu konutlardan en fazla rağbet göreni Fenerbahçe'deki 46 daire. Korumalı bölgenin en dikkat çekici apartmanı ise 6 daireli Fahrettin Altay Apartmanı. Kapı komşusu olan 6 generalin tamamı Ergenekon soruşturmalarıyla gündeme gelen Encümen-i Daniş'in üyesi.

Emekli generallerin saltanatını dünkü analizimizde masaya yatırmıştık. Bugün ise detayları paylaşıyoruz. İşte 'hayat paşama güzel' dedirtecek ayrıntılar ve tuhaflıklar.

SAYIŞTAY GİREMEDİ

Hatırlanacağı gibi 2009 aralığında 'kaçak paşakondular' haberi medyada çokça tartışıldı. Orduevi arazisi içinde kütüphane olarak kullanılan bir bina yıkılarak 10 daireden oluşan 5 katlı bir apartman 32 milyon lira harcanarak yapıldı.Her türlü lüksün olduğu -hatta bazı komutan eşlerinin talepleri yüzünden projenin birkaç kez değiştirildiği- 198 metrekarelik bu konutlara apartman ruhsatı alınamadı. Daha sonra iş oldubittiye getirildi ve ruhsat alındı. Üstelik bütün bunlar Güneydoğu'da 'karakol yapacak paramız yok' denilen zamanda oldu.

İlginçtir haberler çıkınca Sayıştay denetlemeye gitti ama nizamiyeden içeri bile giremedi. Arazi bedeli hariç tanesine 2.2 milyon dolar harcanan bu daireler emsallerine göre çok pahalı. Üstelik bu binalar 'Harekât alarmiskan tesisleri' adı altında kayda geçiyor. Yani lojman yerine savaşta kullanılacak askeri tesis havası verilerek her türlü yasal sorun kolaylıkla aşılıyor. Tıpkı tatil köylerinin 'eğitim merkezi' kayakmerkezlerinin de 'kış sporları eğitimmerkezi' olması gibi. Bu konutlar arasında en fazla rağbet gören Fenerbahçe'deki 46 lüks dairenin tamamında emekli orgeneral ve oramiraller oturuyor.

Fakat en ilginç tesadüf (!) ise 6 daireli F. Altay apartmanında. Çünkü kapı komşusu olan bu 6 generalin tamamı Encümen- i Daniş üyesi.

Devletin kendine yıllarca hizmet etmiş üst düzey komutanları korumaya alması makul bir durumolarak görülebilir. Fakat burada öyle istismarlar var ki inanılır gibi değil. Bu konutları kullanacak kişilerin hakkında mutlaka özel koruma kararı alınmışolmalı. Bu kararda ancak İl Koruma Komisyonu tarafından alınıyor. 4'ü asker 8 üyeden oluşan bu heyet şu ana kadar tüm generallere otomatikman özel koruma kararı çıkarttı. Denizciler dahil.Üstelik emekliliğine bir yıl kala bu karar alınıyor ve konut tahsis ediliyor. Komutanlar daha görevde iken kendisine istediği yerden konut tahsisi kararını aldırıyor.Korumalı konut tahsisimart ve eylül aylarında olmak üzere iki kez yapılıyor. Değişiklik talepleri eylül ayında, halen görevdeki ve emeklilerden konutta oturmayanların talepleri isemartta karara bağlanıyor.

BAŞBUĞ'UN İLGİNÇ HAMLESİ

Ancak bu noktada çok önemli bir ayrıntı var. Bu yönergede, 2009 Ağustos'unda İlker Başbuğ tarafından bir değişiklik yaptırıldı. Yeni düzenlemeye göre mart ayında sadece muvazzaf personel ile emekli personelden konutta oturmayanların talepleri görüşülecek ve öncelikle muvazzafların talepleri karşılanacak.

İlginç bir tesadüf Fenerbahçe'deki lüks konutların bitirilme ve teslim tarihi de Mart 2010. Yani yeni lüks konutların başkalarına gitmesi bu şekilde önlenmiş oldu.

1 lojman yetmez 2 tane olsun

MSY: 319-8 numaralı yönerge, emekli personele ilave olarak "emekliliğine 1 yıl kalmış muvazzaf personele de" bu şekilde korumalı konut tahsis edilmesi imkânı sağlıyor. Biraz daha açarsak, bir orgenerale, kuvvet komutanlığının 2'nci senesinde bu lojmanlardan tahsis yapılabilmekte. Yani bu orgeneral hem görevde bir kuvvet komutanı olmasından dolayı Kamu Konutları Yönetmeliği gereği kendisine devlet tarafından verilen ve her türlü ihtiyacı karşılanmış özel tahsisli konutunda oturmakta hem de kendi adına tahsisli başka bir ilde devlete ait bir konutu daha bulunmakta. İlginç bir durum da kuvvet komutanının Genelkurmay Başkanlığı'na terfisi ihtimalinde yaşanıyor. Şöyle ki: KKK iken tahsis edilen konut, bir üst rütbede iken de kendi adına tahsisli kalıyor. Mesela müstafi Işık Koşaner'de böyle bir durum yaşandı mı sorusu hâlâ güncel!

Gizli kalmış ikinci EMASYA protokolü

Korumalı konuta yerleştiniz. Ama iş burada bitmiyor. Konutların korunması meselesi normalde İçişleri kanalıyla yapılacakken koruma taburları tarafından yapılıyor. Muhtemel ki polise güvenmeyen komutanlar EMASYA benzeri protokol yapmışlar. Böylece emekli generallerin korumasını asker yapıyor. Hal böyle olunca emrine emir eri, emir subayı gibi imkânlar da verilmiş oluyor.Market alış verişi, köpeğin yürüyüşü vs. ihtiyaçları da 'vatan hizmeti' yapanMehmetçik yapmış oluyor. Her emekli orgeneral ya da oramiral için 4 ila 7 kişilik timler tahsis ediliyor. Bu timlerde en az 1 astsubay yer alıyor. Tabii komutanların yazlıklarının hizmetçilerine kadar her şey ilgili koruma taburundan sağlanıyor. Kamuoyu Yaşar Büyükanıt'a alınan 400 bir euro'luk zırhlı makam aracını çok tartışmıştı. Oysa Büyükanıt'ın aracında bir anormallik yok. Zira emekli komutanlara bu araçlardan şoförüyle birlikte veriliyor.
kaynak:http://www.stargazete.com/guncel/basbug-un-dikkat-ceken-hamlesi-haber-390929.htm

6 Ekim 2011 Perşembe

NERDEN geldim

ÇAYKARA İLE ÇOK YAKIN BİR KÜLTÜR.
Burdan da bakınız benzerlikleri;Altayca-Türkçe Sözlük:http://www.turkbirlik.gen.tr/altayca/index.php?l=UZ&search1=&rowstart=30
Gülen Köyü Ağzı; şu anda da eski türkçenin ağız özelliklerini taşımaktadır. Özellikle de Oğuzca’nın özelliklerini devam ettirici bir yapıya sahiptir.[1][2] Prof. Ahmet Caferoğlu; Trabzon ve çevresi ağızlarında kelimelerin başındaki (g)lerin (k) ve (d) lerin (t) şeklini almasının doğrudan doğruya Göktürk-Uygur türkçesinden kaynaklandığını belirtmektedir.[2][3]

Gülen Köyü ağzı’nda Kıpçak/Oğuz lehçesine uygun olarak;

· ‘G’ harfi yerine ‘K’ : (G)idiyorum ‘(K)ideyirum’, (G)ülüyorum ‘(K)üleyirum’, ‘(G)elin’

· ‘J’ harfi ‘Ç’ olarak kullanılır: (J)andarma ‘(Ç)andarma’. (J)ilet ‘(Ç)ilet’. (J)ant ‘(Ç)ant’.

· ‘C’ harfi kimi yerde ‘Ç’ olarak kullanılır: (C)anlı ‘(Ç)anli’. (C)eviz (Ç)eviz. (C)ilve ‘(Ç)ilve’. (C)eket ‘(Ç)eket’. (C)ansız ‘(Ç)ansuz’. (C)ilt ‘(Ç)ilt’. Cami ‘Çame’.

· ‘A’ harfi yerine bazan ‘E’, bazan ‘O’harfi kullanılır: Kir(a)z ‘Kir(e)z’. B(a)ba ‘B(o)ba’.

· ‘G’ harfi yerine bazan ‘Ğ’ kullanılır: (G)azap ‘(Ğ)azap.

· ‘E’ harfi yerine bazan ‘O’ harfi kullanılır: S(e)çilir ‘S(o)çilur’.

· ‘O’ harfi yerine bazan ‘E’ kullanılır: Ç(o)cuk ‘Ç(e)cuk.

· ‘Ğ’ yerine bazan ‘K’ kullanılır: Me(ğ)er ‘Me(k)er’.

· ‘R’ yerine bazan ‘L’ kullanılır: Me(r)hem ‘Me(l)hem’.

· ‘K’ yerine bazan ‘Ğ’ kullanılır: (G)ök ‘Kö(ğ)’.

· ‘U’ harfi yerine kimi yerde ‘İ’, kimi yerde de ‘Ğ’, kimi yerde ‘E’, kimi yerde de ‘O’ kullanılır: Dolm(u)ş ‘Tolm(i)ş’. Kuz(u) ‘Kuz(i). Du(a) ‘To(ğ)a’. İstanb(u)l ‘İstanb(o)l. Y(u)murta ‘Y(e)murta’.

· Bazı kelimelerde kimi harfler yutulur: ‘Gidecekmisin’de (K) yutularak ‘Kidecemisun’ şeklinde, ‘Biliyormusun’da (R) yutularak ‘Biluyimisun’ şeklinde telaffuz edilir.

· Kimi kelime sonlarındaki ‘yor’ hecesi ‘yi’ şeklinde söylenir: Geli(yor) ‘Kelu(yi)’. Gidi(yor) ‘Kide(yi)’. Bili(yor) ‘Pilu(yi)’. Akı(yor) ‘Aka(yi)’. Bakı(yor) ‘Baka(yi)’.

· Bazı kelime sonlarındaki ‘riz’hecesi ‘ruk’ şeklinde söylenir: İste(riz) ‘İste(ruk)’. Veri(riz) ‘Veru(ruk)’. Söyle(riz) ‘Soyle(ruk)’.

· Bazan kelimelerin başına harf veya hece eklenir: Elbet yerine (H)elbet. İri yerine (Y)iri. Şimdi yerine (Ha)şindi. Burda yerine ‘(Ha)burda’.

· Bazan kelimelerin sonuna harf veya hece eklenir: Onunla yerine ‘Onunla(n)’. Kiminle yerine ‘Kimunla(n).

· Bazan kelimelerin ortasına harf veya hece eklenir: Saat yerine ‘Sa(h)at’. Cuma yerine ‘Çuma(ğa)’. Tavşan ‘Ta(ğu)şan’.

· Bazan kelime içinde hece değişikliklerine rastlanır: Birdenbir ‘Pir(lan)pir’.



Köy’de Kuman/Kıpçak yerleşiminin olması nedeniyle yer adları ve konuşulan diyalekti incelediğimizde bugün kullanılan birçok kelime, yer adı ve konuşulan lehçe’nin Kuman/Kıpçak menşeli olduğu görülür.[3][4]
Bazı örnekler:

Abişka : Yaşlı, ihtiyar,

Ağri : Hastalık

Aldamak : Aldatmak

Anca : O kadar, öylesine, o kadar çok

Arkuri : Eğri, meyilli, eğri büğrü

Ketan : Keten

Keyinmek : Giyinmek

Kiçe : Gece

Köğus : Göğüs

Kör : Gör

Kuma : Kuma, Nikahsız kadın

Küçli : Güçlü, kuvvetli.

Külmek : Gülmek

Küz : Sonbahar

Lahan : Lahana

Miyanci : Titiz, müşkülpesent

Mungra : Böğürmek, sığır böğürmesi

Murdar : Kokmuş, çürük

Nişan : Alamet

Sahat : Saat

Sinamak : Denemek

Toşek : Yatak

Tört : Dört



Gene şu anda kullanılan diyalekt (ağız) ve yüzyıllar önceden gelen kelimelerin birçoğu Divanü Lugat-İt-Türk’de bulunmaktadır. İşte bazıları:

Ağnamak, Açuk, Ağurşak, Alturmak, Buldur, Bile, Koruk, Korukçu, Koyak, Köl, Kömmek, Körmek, Körmiş, Sinamak, Subi, Tağ, Tal,Tamar, Tayak,Telinmek,Tikilmek, Tönmek,Tul, Tuman, Tüz, Yiğne,Yufka....

Türk Dil Kurumu’nun; “XIII. Yüzyıldan günümüze kadar Türkiye Türkçesiyle yazılmış 227 eserden taranan ve bugün kullanılmayan ya da anlamı, şekli değişik olarak kullanılan Türkçe sözlerin sözlüğü” olarak hazırladığı ‘Tarama Sözlüğü’nde Gülen Köyü’nde kullanılan ağız ve bazı kelime ve deyimlerin XIII. yüzyıldan beri muhafaza edilmiş olduğu da görülür:

Açuk, Ağırşak, Ağız eğmek, Ağnamak, Bolaki, Buğda, Çekilmek, Çekişmek, Çekuç, Çenber, Çevirmek, Çünkim, Tahra, Kakşamak, Kelep, Kemre, Kovuk, Koyak, Kösre, Kulağuz, Kuma, Komsiluk etmek,Kurşum, Kuz, Mami, Melhem, Ocak, Olar, Oynar tamar, Şenlik, Tartağan, Tudak, Tuman, Ufantı, Uşak, Çocuk, Uşenmek, Yakasız, Yakışık, Yolağuz, Yangun,Yurek,Yureği oynamak...

Atasözleri ve Deyimler

Anadolunun tüm il, ilçe, belde ve köylerinde olduğu gibi Gülen köyünde de anonim hale gelmiş atasözleri ve deyimler vardır. Bunlar; yılların müşahade ve tecrübelerinden sonra varılmış sonuçları hikmetli bir biçimde ifade eden özlü cümlelerdir. Gülen Köyü’nde kullanılan atasözleri ve deyimlerin bazıları başka yörelerde de kullanılmakta, bazıları sadece Of-Çaykara-Dernekpazarı’na, bazıları ise yalnızca Gülen Köyü’ne mahsustur.

İşte derlediğimiz Gülen Köyü’nün atasözleri ve deyimleri:

? Afkuran kopek ehtiyarlamaz!

? Ağaç yikilmamiş yeri pelli etmez!

? Ağir baş eyidur, rüzgar esersa almaz!

? Ağlayanun mali külene hayir etmez!

? Aleme muhtaç olma, işuni kendin becer!

? Allah tağina köre yağmur verur.

? Anam olsun ağzi olmasun. Babam olsun eve kelmesun

? Anan eldi mi paban paşka köyli olur.

? Arpa ektum lazut pitti, yazuk emeklerum yitti!

? At kaçti torba tuşti.

? Ateşun zorini kazan pilür.

? Ayuya tediler kalk eyle Horom, kalkti yikti tünyayi.

? Aza koyayirum almayi, çoğa koyayirum tolmayi.

? Azini pilmeyen çoğinu pilmez.

? Pana kümen edenun yandi kuskunderasi.

? Güvendiğin dağlara kar yağdı.

? Hacan naçar kalursun dul kari da alursun!

? Hastaya yatak sorulmaz.

? Hayhayum kitti Vayvayum kaldi.

? Ne kodun elume, ne sureyim yuzune.

? Nereye kidersan oranun horomini oynayacasun!

? Ortak işun peli kiriktur!

? Param yoktur evlensem, günüm tükenmez ölsem!

? Sabah yağdı işine, öğleden sonra yağdı evine.

? Ummaduğun taş paş yarar.

? Unlar paşkasinun sicanlar toğuşur ustine.

? Unumi eledum eleğumi astum.

? Uşenenun oğli olmadi, olan da doğri olmadi.

? Yatan elmez yeten elür!

? Zemheride hıyar buldun da yemezsun.



Bazı deyimler



· Ander kalsun! (Gebersin!)

· Arkama siç..n sen! (Çocuklara kızınca!)

· Ateş almaya mi keldun?

· Ayin oyinsuz yeme! (Vakitsiz yemek yeme!)

· Behezur ettun beni! (Huzursuz ettin beni)

· Bira prevops oldum (Biraz yedim)

· Çaruk Ağizli ! (Çok ağız kavgası yapan)

· Çerap Ağizli ! (Çok ağız kavgası yapan)

· Çatla da tardağan ol! (Çatla da paramparça ol!)

· Çirpilerden çikti ! [(Çirpi:Kütükten tahta biçmek için çekilen ipe sürülen toprak boya.) Şımarık, yaramaz çocukların hareketleri için]

· Çok ar ettum oni! (Çok utandım)

· Ekserisa Ya Rebbi ! (Sen bilirsin yarabbi!)

· Eksuk kaldi ! (Gerek yok)

· Eyi pareme (İyi bari)

· Eksuk olsun! (Olmasın!)

· Ekşiledi Kaybana!

· Eyi hernuk etti (Kuraklıktan sonra yağmur yağıp toprağın yumuşaması)

· Ey kidi ne yapacağum!

· Fazla milayis omoşkilo! (Köpek gibi çok konuşma!)

· Hiç nesere yensuru okumamiş! (İlimden nasibi yok)

· Hirli pi alamet teyil idi (Hayırlı bir belirti deyildi)

· Horoma pi kirebilsem ! (Herhangi bir işe bir başlayabilsem)

· Humi Kafali ! (Beğenmeme, küçümsemek için ‘iri kafalı’ anlamında)

· Kemence çekeyirum sağa! (Seni dinlemiyorum, boşa konuşma!)

· Keşiş oğli Keşiş! (Dinsiz oğlu dinsiz!)

· Meğer sen yiri taş...tan tuştun! (Sen imtiyazlı mısın?)

· Mezare Kestiler (Mezar kazdılar)

· Peleversuz ! (Biçimsiz!)

· Pen da kelurum payunuza (Ben de peşinizden geliyorum)

· Sohoyir naferisa! (Hayırlara gelsin!)

· Sufatsuz ! (Asık yüzlü, suratsız!)

· Şamata etma! (Gürültü etme!)

· Şeytan doldurur oni (Silah boş olsa da kurcalanmamalı)

· Taş taş üstüne koymadı! (Hayatta bir işe yaramadı)

· Yerişesun oni! (Ölünün arkasından konuşulunca ‘onun yanına gidesin’ anlamında)

· Yongalan kaşinuyirum! (Parası bitenin bu halini ifade deyimi)

· Yureğum farfaderas etti (Başım döndü, tansiyonum yükseldi)

· Yureğum Hovlayi (Midem bulanıyor)

· Yuru kit başumdan ! (Defol !)

Bilmeceler

Meseller

? Tört kardaş yurur pirbirine erişemez (Dokuma tezgahı)

? Ateşe düşer yanmaz, suya düşer ıslanmaz (Güneş)

? Ben giderim o gider önümde tin tin eder (Gölge)

? Dağdan kelur hure hure, domuzlari sure sure (Tarak)

? Purdan vurdum kılici Halevden çikti uci (Gökkuşağı)

? Şup o yana şup bu yana şup kapının arkasına (Süpürge)

? Tağdan kelur tağarcuk Ton keyer k...ti açuk (Keçi)

? Tört kardaş pi kuyiya taş atar (İnek memesi)

? Uzun uzun ip gider, tepesine küp biter (Kabak)

? Yer altında yağlı kayış (Yılan)

kaynak:http://www.karalahana.com/makaleler/dilbilim/visir.htm

HEVA-İ NEFS

Nefsin hevasına uymak
Sual: Nefsin hevasına uymamak için yapmak gerekir?
CEVAP
Nefsin sevdiği, istediği şeylere heva denir. Nefsin hevasına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmak kötü huyların başında gelir. Nefsin arzularının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur'an-ı kerimde haber verilmiştir. Çünkü nefs, daima Allahü teâlâyı inkâr, Ona inat, isyan etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sahibi olmaya yahut fıska [haram işlemeye] başlar. Âlimler, (Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki engellerin en tehlikelisidir. İbadetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır) buyurmuşlardır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Rabbinin azametinden korkup, kendini nefsinin arzularından men edenin, varacağı yer elbette Cennettir.) [Naziat 40,41]

Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Şu üç şey insanı felakete sürükler: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.) [Ebu Nasr, Hakim-i Tirmizi]

(Şu dört şey kimde bulunursa ona Cehennem haramdır, şeytan ve nefsinden de korunmuş olur. Nefsi bir şeye heves etse, nefsin şehvet ve öfkesine hakim olur. Nefsi bir şeyden nefret etse de onu yapar. Bu dört şey şunlardır: Bir miskini barındırmak, güçsüze acımak, hizmetçiye yumuşaklık göstermek, ana babaya infak.) [Deylemi]

(Aklın alameti, nefse hakim olup öldükten sonra gerekenleri hazırlamaktır. Ahmaklık alameti nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir.) [Tirmizi]

Nefse uyup da, tevbe ve istiğfar etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Nefs, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir. (Nefsinden sakın daim. Ona güvenme asla. Yetmiş şeytandan daha fazla düşmandır sana)

Nefsin, insanı haramlara ve mekruhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvani arzulardır. Hayvani arzular ise, hep dünyadaki ihtiyaçlardır. İnsan bu arzuların peşinde koşarsa, ahiret ihtiyaçlarını hazırlamaktan geri kalır.

Çok önemli olan bir şey de, nefs mubahlarla doymaz. Mubahları kullanmayı arttırdıkça, isteklerini arttırır. Yine de, doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Haramlara düşenin de küfre girmesi kolaylaşır. Mubahları aşırı kullanmak, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep midesini, zevkini düşünür. Hasis ve rezil olur.

Nefsin İslamiyet'in dışına taşmasını önlemek için, onunla iki cihad vardır:
1- Nefse uymamak, onun arzularını yapmamaktır. Buna, Riyazet denir. Riyazet, takva ve vera ile olur. Takva, haramlardan kaçmaktır. Vera, haramlardan kaçıp mubahları da ihtiyaçtan fazla kullanmaktan sakınmaktır.

2- Nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Buna Mücahede denir. Bütün ibadetler mücahededir.

Bu iki cihad, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaştırır. Ruhları kuvvetlendirir. Sıddıkların, şehidlerin ve salihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının ibadetlerine muhtaç değildir. Kullarının günah işlemesi de Ona zarar vermez. Kulun nefsini terbiye etmek, nefsle cihad etmek için bunları emretmiştir.

Sual: Bazı ibadetleri yapmak nefsime zor geliyor, ne yapayım?
CEVAP
Nefsimize zor gelse de, dinimizin emirlerini yapmaya çalışmak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Nefsini hor gören dinine değer verir, nefsini aziz gören dinini horlamış olur. Dinin ise aziz olması gerekir. Nefsini besleyen dinini zayıflatmış, dinini besleyen, dinini de nefsini de beslemiş olur.) [Ebu Nuaym]

kaynak:http: //www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=2517

2 Ekim 2011 Pazar

PKK,Kürt,kürdi,Güney Doğu sorunu.

İster sağcı ister solcu kısacası sucu veya bucu olsun devlete kurşun sıkan her zaman korunmuş ve bir makama getirilmiştir. İşini yaptığında da zor duruma kaldığında da o arkasındakiler görünmez olup. Hiç tanımamış gibi yaparlar. Hatta tetikçilik yapanlar arkadakileri hiç görmemişlerdir bile.
DEVLETE KURŞUN SIKMAK: devletin işleyişini engellemek, karışıklık çıkarmak, huzursuzluk yaymak, ileri hamle hevesini kırmak, moral bozmak vb. gibi ameliye işler.
İster sağ-sol ideolojisi uğruna bu değerlere zarar veriyorsa farkında olmadan nefret ettiği zümre tarafından KULLANIYORDUR.
1980 öncesi biz bunu gazetelerden öğrenmedik canlı yaşadık. O dönem çocuğuyum. Gazetelerin haberleri hiç biri doğru değil. Yanlı yazılışları vardı. Tarafları birbirine kışkırtıcı manşetler. Şuan aynı tezgâh TÜRK VE GÜNEY DOĞU üzerine yapılıyor. Her taraf zarar görüyor diyen yok. Sorunu çıkaran şer baş hiç ortalıkta yok. Söylesem açıklasam yok yahu derler saçmalatın, deli misin? derler.
Not: Cennet gibi vatanı daha yükseltmek derdi olacağına, onu, bunu isterim,” her istediğin verilecek ama cehennem de.”
Hiçbir taraf gâvur oyununa gelmesin.
Hiçbir taraf gâvur oyununa gelmesin. Bu duruma kim sevinir diye düşünmeli. İki taraf da kesinlikle sevinmediğine göre geri dönün kalabalıklar.Onları sevindirmeyelim.

İbrahim Edhem nerde?Devlete kurşun sıkan kahraman!nerde?

Mustafa Armağan
Şeyh Said isyanı bahanesiyle 22'sinde bir hoca asılmıştı

Yöreye özgü kara taşlarla inşa edilmiş bir Osmanlı hanında kahvaltımızı yapıp çıkarken, belki de Türkiye'nin başka hiçbir yerinde göremeyeceğim çarpıcı bir manzarayla karşılaşıyor bakışlarım.

Hepsi de ölmüş on kadar erkeğin yan yana duran posterleri bunlar. İçlerinden seçebildiklerim şunlar oluyor: Che Guevara, Said Nursi, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Hz. Ali, Atatürk, Seyyid Rıza, Ahmed-i Hani, Deniz Gezmiş ve Şeyh Said...

Bilin bakalım bu manzarayla hangi şehrimizde karşılaştım? Tabii ki Diyarbakır'da. Zira bu kadar farklı kutupları birleştiren bir tabloya sahip çıkabilecek başka bir şehir olduğunu sanmıyorum. Türkiye ortalamasının çok dışındaki bu tablo üzerinde düşünmeye değer. Aynı devletin okullarında Şeyh Said mürteci ve hain olarak yaftalanırken, sokaktaki insan onu bir kahraman olarak bağrına basıyorsa burada "Tarih"in ne işe yaradığını da sorgulamamız gerekmez mi?

Gerçekten de tarih ne için okutulur bu ülkede? Birilerinin Altın Çağ kabul ettikleri 1920'leri, 1930'ları kutsamak için mi? Hem bu kutsama ayini biraz fazla uzamadı mı sizce de?

Niyeti malum bir "okur" o bayat klişeyi, "Bu topraklar neden bu kadar çok hain üretir?" diye tekrarlamış. Eline çekiç alanın her şeyi çivi olarak görmeye başlaması gibi, resmi ideolojiye her itiraz edeni hain olarak yaftalamak ne zamandan beri çağdaşlık oluyor? Hem her Allah'ın günü çağdaşlığı kutsayacaksın, hem de onun baş şartı olan çoğulculuğu, 21. yüzyılda dahi lanetleyeceksin! Kimi kandırıyorsunuz?

Hiç kuşkunuz olmasın, Şeyh Said isyanı da tartışılacak bu ülkede, şapka kanunu yüzünden yapılan zulümler de. Zaten tartışılıyor da. Kökeni 1930'lara dayanan resmi tarih, katılığını bu şekilde devam ettirdiği takdirde ayrışma hızlanacak ve şimdiye kadar sessiz kalan tarihler ("ma'dun" veya "subaltern" anlatılar) er veya geç konuşmayı öğrenecekler.

İşte bugün size anlatacağım olay da kaderine terk edilmiş ve susturulmuş parçalarından birisidir tarihimizin. Henüz 20 yaşlarının başındaki bir ilim öğrencisi, bakın nasıl idam edilmiş ve daha da kötüsü, adı sanı nasıl unutturulmuş?

Bu arada şunu belirtelim ki, Şeyh Said isyanını, sadece Şeyh Said ve Abdullah, Hacı Halid, İsmail gibi arkadaşlarının Diyarbakır surlarının önüne dizilen idam sehpalarıyla biten bir olay olarak göremeyiz. Bu isyan bahane edilerek Türkiye'de ne kadar potansiyel muhalif ses varsa ya şeklen ya da ebediyen "susturulmuş"tur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bugünkü deyişle İleri Cumhuriyet Partisi'nin kapatılıp Kazım Karabekir gibi önde gelen muhaliflerin idamla yargılanmasından tutun da, Cumhuriyet'in ilanından önce yazdığı kitabı ve İzmir'de halkın arzusu üzerine verdiği vaazları yüzünden idam edilen İbrahim Edhem adlı 22 yaşında gencecik bir "hoca" da dahildir bu mazlumlar kadrosuna.

"1925'de Şark İstiklal Mahkemesi'nce idam edilen İbrahim Edhem Hoca'nın kalpaklı bir fotoğrafı."

İbrahim Edhem, 1904 Ankara doğumlu bir gençti. Ankara Sultanisi'nde 10. sınıfa kadar okuduktan sonra ayrılıp kendisini dinî ilimler sahasında yetiştirmeye çalışan, bu arada Konyalı Mehmed Vehbi gibi alimlerden özel dersler alan gayretli bir aydındır. Cumhuriyet kurulmadan önce bir ara yolu İzmir'e düşer, bir camide verdiği vaaz halk tarafından çok beğenilir ve umumi arzu üzerine camilerde peş peşe vaazlar verir. Bu yoğun talebe cevap veremeyeceğini anlayınca da "İslamiyet'te Ahlâk ve Kadınlarda Tesettür" adlı küçük boy 59 sayfalık bir risaleyi 5 bin adet bastırarak fikirlerini kamuoyuyla paylaşır.

Cumhuriyet'in ilanına kadar bir sorun çıkmaz. Ancak nasipse hakkında müstakil bir kitap yazacağım 1924 yılı, bu gencecik hocanın makus talihinin başlangıcı olur. 6 Ocak 1924 günkü Tanin gazetesi İbrahim Edhem adlı bir hocanın yargılanmasına İstiklal Mahkemesi'nde başlanacağını duyuruyordu. Suçlama, devletin iç güvenliğini ihlal ve halkı devletin kanun ve düzenine karşı kışkırtmaktır.

Ertesi günkü gazeteleri okuyunca bu gencecik hocanın savunmasının dudakları uçuklattığı görülür. Basında İslamiyet'in değerlerine ve kadınların tesettürüne saldırıların başlaması üzerine kamuoyu oluşturmak için harekete geçtiğini ve risaleyi bastırdığını cesaretle savunan hoca, vicdan özgürlüğü olduğu inancıyla fikrini savunduğunu söyler. İrtica suçlamasını reddeder ve kendisinin yenilikçi olduğunu, hatta bu yüzden diğer hocalarca dışlandığını ifade ederek İstiklal Savaşı sırasında halkı nasıl Milli Mücadele'ye ikna ettiğinden örnekler vererek savunmasını tamamlar.

Şeyh Said isyanından yaklaşık 1 yıl önceki bu İstiklal Mahkemesi henüz insaf duygularını kaybetmemiş olmalı ki, sanığa bir yıl hapis cezasıyla yetinir (43 gün hapis yattıktan sonra af kanunuyla serbest kalır). Ama isyandan kısa bir süre sonra İbrahim Edhem'in yakasına yapışacak olan Şark İstiklal Mahkemesi o kadar insaflı çıkmayacak ve bu genci darağacına göndermekte tereddüt etmeyecektir.

İlk mahkemesi İstanbul, Fındıklı'daki Meclis-i Mebusan binasında yapılmıştı, Temmuz 1925'te yapılan ikinci mahkemesi ise Urfa Lisesi'nde gerçekleşir. Savcı Avni Bey, Şeyh Said isyanını çok geniş bir kadronun hazırladığına inanmakta ve Edhem Bey'in de onun "tertipçisi, faili ve amili" olduğunu iddia etmektedir. Mahkemeye kalpakla gelen sanık, hapisten çıktıktan sonra hocalığı bıraktığından, geçimini ticaretle sağlamaya çalıştığından, pamuk ve fıstık almak için Doğu'ya gittiğinden söz eder. Urfa'ya geliş sebebi ise Çolak Hafız adlı güzel sesli birinin Kur'an okuyuşunu dinlemek içindir.

Bu arada İstiklal Savaşı'nda Mustafa Kemal Paşa'nın yanından ayrılmayan Şeyh Sunusi'den Abdülhamid'in büyük oğlu Şehzade Selim Efendi'ye mektup getirmesi suçlama konusu olur. (Hocamızın mektubun içeriğinden haberi yoktur. Bundan şu sonuç çıkar ki, Türkiye'den ayrılmamış olsa başına çorap örülenlerden biri de Şeyh Sunusi olacaktı.)

6 Temmuz günkü celsede mektup tekrar gündeme getirilir ve İbrahim Edhem'in, isyanın amil ve faillerinden olduğu gerekçesiyle idamına ittifakla karar verilir. Nihayet 7 Temmuz 1925 günü Urfa sıcaktan kavrulurken henüz 22 yaşında bir genç, darağacında son nefesini vermektedir. İşin garibi, her iki davasında da mahkeme başkanlığı yapanların kendilerinin, sonraki yıllarda yolsuzluktan ve Atatürk'e suikasttan yargılanmış olmalarıdır. Hem bu, Meclis'te herkesin gözü önünde Deli Halid Paşa'yı vuran Ali Çetinkaya'nın terfi ettirilerek İstiklal Mahkemesi'ne reis yapılması, yani hukukun bir katilin vicdanına teslim edilmesinin yanında hiç kalır.

Kim kimi, ne adına ve hangi yüzle yargılamaktadır?